Fehmi Çalmuk Yazıyor...Davutoğlu İle Gelecek...
-Bu yazı 17 Aralık 2019 tarihinde Hürses Ekonomi Gazetesi'nde Fehmi Çalmuk'un "Vesselam" isimli köşesinde "Dal,Budak,Yaprak" başlığıyla yayınlanmıştır-
Alman tarihçiye atfen söylenen bir söz vardır: “Türkiye, Batılıların gözünde ağaç gibidir. Kurumayacak kadar sulanır. Dallanıp gürleştiği zaman budanır” Böyle bakarsanız Türkiye’nin sulama ve budama mevsimi vardır. Tarihe, özellikle yakın siyasi tarihe baktığınızda sulanan, serpilen siyasetin nasıl da budanıp parça parça edildiğini görebilirsiniz. Şimdi 2002 seçimlerinde sağın üç halini, liberal ve dönemsel olarak solu parti bünyesinde barındıran Ak Parti’nin sulanma mevsiminden sonra şimdi de budanma mevsimine girdiğini görüyoruz. AK Parti’nin siyasette varlığı olağanüstü bir döneme rastlar. 28 Şubat sonrası sün’i teneffüs çadırına alınan demokrasinin bir türlü çıkış noktası olarak görülen Ak Parti kimilerine göre “28 Şubat ürünü” siyasi parti olarak önümüzde durmaktadır.28 Şubat mağduru siyasetçinin şekillenen siyasi parti iradesine sızdığı, zoraki de olsa liderliği, genel başkanlığı aldığı bir daha kaptırmadığı anlaşılmaktadır. Kardeşlik hukuku köprüyü/dereyi/köşeyi geçene/aşana/dönene kadardır. Artık siyasetin “fiskos masalarında” söylenen dedikodular, hakiki birer ok gibi fırlatılmakta, zehirli hançer gibi sinesine sokulmaktadır. Siyasetin budanma dönemine girilmiştir. Bu dönemin en belirgin olağanüstü şartlarını 15 Temmuz darbe girişimi oluşturmuştur. Zira Türk siyaseti tarihinde 1960 darbesi sonrası sayıları binleri aşan kurmay asker tasfiyesi, 12 Eylül askeri darbesinden sonra sayısal bakımından artış göstermektedir. 16 Temmuz sonrası yaşanan tasfiyeleri FETÖ bağlamında değerlendirme zorunluluğumuz dayatılsa bile tasfiyelerin terör örgütünün hinterlandından çıktığına ilişkin bir çok işaretler var ki bu da “budama mevsiminin” açık, seçik beyanıdır. Milli Görüş geleneğini anti emperyalist duruşu kadar, yerli bir hareket olarak bu toprağın çocuklarının başkaldırısı, “muhalefet şerhi” olduğunu çok yazmıştım. Milli Görüş geleneğinin neşet bulduğu kültür ikliminin “milliyetçi, kalkınması” bir model olduğunu kitaplarımda merhum Necmettin Erbakan biyografilerinde, Mücahit Başbuğ kitaplarında işledim. Türkiye’de yerli/milli damara dayanan ve anti emperyalist duruş sergileyen, eklenmeyen/aşılanmayan/ sağda ve soldaki akımların tümünü önemsediğimi belirtmek isterim. Vicdanlarını kiraya vermeyen, akıllarını meyve verecek ağacın sürgünü haline getiren insanların budama mevsime gösterdikleri direnci de bir o kadar önemser ve desteklerim. Ancak gelinen noktada Cumhuriyet’ten 100 yılın intikamını almaya yemin etmiş müstevilerin ekmeğine yağ sürecek siyasi girişimlerin, medya akıl oyunlarının, kişi/kişilere indirgenmiş geçmişi gömme, gelecek kurma iddialarının gürültüsünde kaybolan, sessiz çığlıkların diyeceği elbette bir şeyler vardır. Sessiz çığlıklar kuşatmaları, muhasaraları geçmişte alt etmiş, imhadan kurtularak imar seferberliğini başlatmıştır. Budama dönemi esasen sessiz çığlıkların sahiplerini hedef almaktadır. Dallarını kuruttukları yetmiyor gibi şimdi budakları gözlerine kestirmişledir. Budak; ağacın dal olacak sürgünü demektir. Dallarını kestikleri ağacın budaklarını kesmeye yönelmişlerdir. İmam Hatip yıllarımda yetiştiğimiz İslam Dergisi, İlim Sanat Dergisi çevresinde Boğaziçi Üniversitesi’nden Ahmet Davutoğlu’nun yazılarını okurduk. Boğaziçi’nde Müslüman bir öğretim üyesi…Yazıları Müslüman “vicdanı” yansıtır gibiydi. İslami kesimin radikal grupları içinde hatırı sayılır bir ağırlığı vardı. Yıllar sonra Kuala Lumpur İslam Üniversitesi’ne kayıt olacak iken merhum Erbakan Hocamın “Cihad vakti üniversite olur mu ?” fırçasıyla gidemedim, Milli Gazete’ye devam ettim. Kemal kardeşimi yalnız bıraktım. Sonra duydum ki Yusuf Ziya Özcan gibi o da Malezya’ya gelmiş. Ancak ülkeye gelen Türk akademisyenlerden bir farkı olarak. “Türkiye’nin geleceğin Başbakanı” geliyor. Yutkundum. Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde Şam ziyaretinde gece yarısı yaptığımız Kapalıçarşı ziyaretinde aynı masada karşılıklı oturduk. Üzerinde nar tanelerinin bulunduğu dondurmaya kaşık sallarken, nezaketen de olsa bir kelime yerine gülümsemeyi bile çok gördü. Cemaatin yazarları, muhabirleriyle muhabbetine limon sıkarcasına bildiğimizi okuduk, bildiğimizi yazdık. Ben Ahmet Davutoğlu’nu en son 27 Şubat 2011 sabahı Ankara Güven Hastanesi’nin morgunun önünde hatırlarım. Merhum Necmettin Erbakan Hocamın tabutuna omuz verirken “Allah-ü Ekber” diyerek bağırdığını hatırlarım ki bende kalan bir intibası odur. 2016 yılının Şubat ayında Kabe’ye sırtını dönen hacı adaylarının “Ya Allah Bismillah Allahü Ekber” tekbirleriyle Ahmet Davutoğlu’nu selamlamaları, onunda miting edasında kalabalığa el sallayarak cevap vermesi hangi aklın, hangi siyasetin derinliğidir, hala cevap bulmuş değilim. Milli Görüş’ün yanından, izinden bile gitmeyen Davutoğlu, ana omurgayı oluşturan kadroların yanına 2012 yılında danışman oldu. Başbakan Abdullah Gül idi…Gelişinden bir kaç ay sonra Hakan Fidan’ı getirdi. TİKA’da aktif görev aldı. Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde “stratejik derinlikte” boğulma dönemi de başlamış oldu. Tarihi “1 Mart” tezkeresinin ret edilmesi olayında Abdullah Gül’ü tarihe geçeceğini belirterek “Nobel Barış” ödülü alacağı konusunda ikna eden de o idi. Oslo görüşmelerini bilmem ama Leyla Zana ve arkadaşlarının cezaevinden çıkışlarında Dışişleri’nde ağırlanmaları sırasında Gül’ün yanı başında o vardı. Çözüm sürecinin birinci elden takip eden de kendisi oldu. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Başbakanlık’ta Erdoğan’ın dış politika boşluğunu doldurdu. Kendi gözlemleri SETA’da rapor, hükümette eylem planı olduğunda Suriye İhvan-ı Müslimin hareketinin yanında Esed yönetimine karşı bayrak çoktan açılmıştı. Artık “Türkiye’de Cuma namazı kılmanın caizliğini tartışanların Emevi Camisinde namaz kılmak için vakit biçmeleri, Erdoğan’ın Ortadoğu ile amansız imtihanının başlangıcını oluşturdu. Erdoğan neredeyse yakalanan MİT tırları içindeki silahların tek sorumlusu olarak uluslararası savaş suçluları mahkemesinde sanık olarak yargılanabilecekti. Mavi Marmara’yı mı söylesem, aklında yokken neredeyse emri vaki ile Mısır’a Cumhurbaşkanı adayı yaptırılan merhum Mursi olayını mı? Altından, kıyısından köşesinden hep Ahmet Davutoğlu çıktı. Abdullah Gül’ün görev süresinin bitiminde Başbakan olmayı çok istemesine karşı Ak Parti kongresi’nin öne alınmasına karşı sessizliği yetmezmiş gibi Erdoğan’ın “Başbakan ol” önerisine balıklama atlaması en çok Gül’ü kızdırdı. Gül’ün kızgınlığı Ali Babacan ile Davutoğlu’nun yol ayırmasına kadar gitti. Ahmet Davutoğlu 2015 yılında Erdoğan ile köprüleri atmaya başladı. Başbakan olma projesinin altında “Başkanlık sistemine” geçiş vardı. Bu konuyu hep teğet geçti. Cemaat, paralel yapılanmaya geldiğinde yüksek perdeden yapılan itirazını görmediğimiz bu ekibin özellikle 17-25 Aralık sonrası siyasetin finansmanının şeffaflaşması konusunda verilen/verilecek kanun teklifine sahip çıkan Davutoğlu olmadı mı? Seçimlere giderken Dolmabahçe mutabakatının fiili teknik direktörü oldu. Beşir Atalay’ın “Erdoğan meydanlara inerse Ak Parti oy kaybeder“ öngörüsünü sahiplendi. Seçimlerde milletvekili aday listelerini genel başkan yardımcılarına bile göstermeyen, onları odalara kitleyen bir parti yönetimi vardı karşımızda. Özellikle Erdoğan’a karşı siyasi darbe girişimi nitelendirdiğim “7 Haziran” seçimlerinde olan bitenle ile ilgili o dönem seçim işleri Başkanı olan Mustafa Şentop, Teşkilat Başkanı olan Süleyman Soylu 15 Temmuz’da şehit olanların, gazi olanların hakkı için konuşmalıdır. CHP ve HDP’yi koalisyon ortağı yapmak niyetiyle MHP’yi dışarıda bırakmak tercihi de Ahmet Davutoğlu’nundur. O’nun siyasi hareketinin çıkış noktası 1 Kasım 2015’de aldığı %49,5 oranındaki oy oranıdır. Zira Gül ile görüşmesinde Babacan yerine kendisinin olma gerekçesini bu şekilde anlatmıştır. Gül’ün gelecek tasavvuruna uygun olmayan politik ütopya içinde olmakla suçladığı Davutoğlu’nun ortaya koyduğu “2.adam” olma teklifini “Babacan’a baskın geleceği” nedeniyle kabul etmemiştir. Davutoğlu, Babacan’a nazaran siyasete sırtında bir düzine vagon ile yeniden dönmektedir. Siyasetin yeni partisi hayırlı olsun. Buradan bakınca Erdoğan için de Gül içinde bulunmaz nimet ve günah keçisidir. Ak Parti kurulurken yapılan hatayı tekrar ederek yeni parti kurdu. Geçmişi yok saydı. Hangi gövdenin, geleneğin üzerine siyaset inşa ettiğini anlatmadan “Gelecek” vaadinde bulundu. Babacan’ın “kurucular kurulu ile birlikte yazacağız” sözlerine inat kurucular kurulu önlerine konulan tüzük ve parti programını imzalamak zorunda kaldı. Tek adamlık iddiasından dert yananlar tek adamlık konusunda yeni bir teste daha girdiler. Söz veren bir çok siyasetçi kurucu olmaktan kaçındı. Geleceğin “Saadet Gelecek” partisi siyaset meydanında boy gösterdi. Amblemi de parti kadar ilginç bir seçim: Yaprak…
Erkan Mumcu’nun genel başkanlığında Anavatan’ın büründüğü yeni kurumsal kimlik rengini de Davutoğlu’da bu suretle benimsemiş oldu: “Yeşil” Yaprak, bildiğiniz gibi gövde ve yan dalların üzerindeki boğumlardan çıkan ve büyümesi sınırlı olan yapılara verilen o isimdir. Duyumlarıma göre Külliye civarında parti için espriler söylenmeye başlanmış durumda: -Yaprağım… Yaprak, bir vedayı bir merhabayı mı yansıtacak bunu hep beraber göreceğiz. Babacan’ın aksine Gelecek Partisi “Ahmet Davutoğlu diye yazılır Ahmet Davutoğlu diye okunur.”