- Haberler
- Fehmi Çalmuk Yazıyor ...Allah, İnsanı İddiasından Vurur
Fehmi Çalmuk Yazıyor ...Allah, İnsanı İddiasından Vurur
Ne baba sözdür. Eskilerin “büyük lokma ye, büyük söz söyleme” nasihatının daha güncesi. Gerçekle, hakkında karar verilenle yüzleşme…İstiklal marşını yaşayan şair İsmet Özel; kendisini görmezlikten gelen, sözüm ona dava adamlığında mangalda kül bırakmayan zevatın gözlerinin içine içine bakarak okuduğu/okuttuğu dizeler geliyor aklıma: Ağlamadan dillerim dolaşmadan yumruğum çözülmeden gecenin karşısında şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı üzerime yüreğimden başka muska takmadan konuşmak istiyorum. “Allah insanı iddiasından vurur” özel sözünü, Özel söylemiş. Ne kadar da güzel söylemiş. Bu hafta farklı bir konu yazacaktım. Lakin muhabirlikte ilk hocalarımda devletlü Süleyman Arif Emre’yi en büyük sevgiliye doğru yola çıktığını duyunca, bir de Sevgili Hasan Doğan’ın “ağbi yanlış anlaşılma var galiba… Cumhurbaşkanımız müellefin imzalamadan gönderdiği kitaplara kızıyor.” özetiyle ettiği telefon ile yine bizim mahalleden yazmaya karar verdim. Sevgili Hasan Doğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kütüphanesinde bulunan Das İst Erbakan-1 kitabının kapağını ve hitap yazımın fotoğraflarını gönderdi. Zaten yazdığım da buydu. Aktardığım konuşmadan sonra bir defada sayın Hayati Yazıcı Beyefendi’nin aracılığıyla kitap gönderdim. O’nun isteği üzerine MTTB’nin 100 yılını anlattığım “Büyük Doğu’nun Atlıları” kitabını Cumhurbaşkanımıza imzalayarak gönderdim. Kitabı günlerce masasında tutarak enine boyuna okunduğunu Cumhurbaşkanımızla TBMM’de karşılaşmamızda bizzat kendisinden öğrendim. Emeğim ve hediyem için teşekkür etti. Bizim mahalle farklı bir yer değildir aslında. “Vaiz önünde ağlayan, köçek önünde oynayan” benzetmesi kadar olmasa da ya bizim mahalle Anadolu’nun özetidir. Sevgi üzerine bina ettiğimiz inancımız, ve asla vazgeçemeyeceklerimiz... İnanırız, iman ederiz. İşin felsefesine, neden/sonucuna bakmayız. Olduğu gibiyizdir. Biz bize benzeriz. Oysa içeride ahaliyle aynı dili kullanıp dışarda farklı bir konuşmak her zaman garip gelmiştir. ‘Yaşamadığını yaşayın’ diye anlatmak bir başka olmaktan kalbin yorulmasında farklı bir şey değildir. Bu nedenledir ki 24 Haziran seçimlerinde Temel Karamollaoğlu “Ben İslamcı değilim, Müslümanım” dedikten sonra ANAP’ın son lideri Erkan Mumcu “Ben İslamcı, Müslümancı değilim. Ben Müslümanım.” diyordu sonradan Ahmet Davutoğlu da katıldı bu kervana: “Ben Müslümanım.” Müslümanların üzerine deli gömleği gibi giydirilen “İslamcılık” elbisenin yeni yeni farkına vararak sağına soluna şaşkın şaşkın bakmalarının anlamı nedir? Allah insanı iddiasından vuruyor. Oysa ki Milli Görüş geleneği yeni filizlendiği dönemde tercüme İslami anlayışa karşı geliştirdiği koruma kalkanı milli değerlere, mefkure, Anadolu’ya yaslanmaktır. MHP’ye kaymadan Milli olmak, CHP’ye kaymadan paylaşımcı ve sosyal devlet olmak, AP’ye kaymadan mukaddesatçılığı cenaze törenlerinden, haftalık Cuma namazı, yıllık bayram namazı seremonisinden hayatın içine getirmek gibi pratik sonuçları olmuştur.
Pehlivan, Seni Unutmayacak !
Bu fikrin oluşmasında merhum Süleyman Arif Emre’nin katkısı çoktur. Necip Fazıl Kısakürek’in, “Serseri Osman” lakaplı Osman Yüksel Serdengeçti’nin avukatlığını ne kadar zor şartlarda yaptığını anlatırdı. Bir defasında Serdengeçti’ye mahkemeden berat kararı çıkınca, kendisinin üzerine yürüdüğünü “Arif iş mi bu? Benim içeride yapacak işlerim vardı. Bütün planı programı mahvettin. Şimdi beni içeriye tekrar sokmanın bir yolunu bulmalısın” dediğini aktarmıştı. Herkes bilir, çocukluktan beri kiloluydum. Milli Gazete muhabiri iken Erbakan Hocamın huzurunda birkaç kez Oğuzhan Bey’in kilomla ilgili sözlerine şahit olanlardan biri Süleyman Arif Emre idi. Yüzümün düşmesine neden olan üzülmem karşısında Erbakan Hocamın “Mücahit, pehlivan olur” sözleriyle nasıl da gülümsediğini hatırlarım. Merhum Süleyman Arif Emre hep beni gördüğünde “pehlivan” diye hitap ederdi. Rabbim şahit ki pehlivan onu unutmadı. Hatta yenilen İstanbul seçiminden sonra Ekrem İmamoğlu’nun O’nu ziyarete gitmek istediğini söylediklerinde memnun da olmuş, “Bizimkiler unuttu Koca Çınar’ı” demiştim. Yasin Hatipoğlu Beyefendi ile küçük pusulalara yazdıkları beyitlerle ilgili haber yapmak istediğimde, tebessümü ile “Yasin Bey ile aramızdaki sır” diyerek beni teselli bile etmişti. Haber yazmada olaylara ilişkin bakış açısının önemli olduğunu vurgular “Bir hiç olayın tek bir bakış açısı yoktur” derdi.
Erbakan’a İlk Genel Başkanlık Teklifi Emre’den Geldi
Süleyman Arif Emre, 1965 yılında Yeni Türkiye Partisi’nden Milletvekili seçilmişti. “Das İst Erbakan 2-Anadolu’nun Sanayileşme Sevdası” kitabımda Süleyman Arif Emre’nin merhum Necmettin Erbakan’ın genel başkanlık sürecini nasıl hazırladığına ilişkin bilgilere yer verdim. Emre, o günkü siyasi tabloyu şu şekilde anlatıyor: “Meclis’te bizim milletimizin karakterine uygun parti yok. Taban Adalet Partisi’nde kalmış ama yönetim tabandan kopuk. Meclis bizim arzuladığımız bir Meclis değil. Dahası, bizim milli ve manevi değerlerimize tam manasıyla hizmet edecek bir parti de yok; sadece ‘bu parti, şu partiye nispetle daha ehven-i şerdir’ zihniyeti var.” Sağın ilk ittifak hareketi toplumun farklı kesimlerinden de karşılık bulmaya başlıyordu. Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti gibi ünlü fikir adamlarının aynı zamanda avukatlığını yapan Süleyman Arif Emre bu sürecin mimarı durumundaydı. Daha çok önde görüldüğü için yeni kurulacak partinin isminin “Emre Partisi” olarak adlandırılması esprilerine bile aldırmıyordu. Emre şunları belirtiyor: “Yeni Türkiye Partisi’ni, Millet Partisi’ni, Milliyetçi Hareket Partisi’ni birleştirerek bir parti kurmaya karar verdik. Niçin karar verdik? Demirel, o zaman ki terimiyle ‘milleti muhafazakâr’ denilen birçok milletvekillerini teker teker dışlıyordu. Bu ‘daha çok masonik bir tavır takındı’ diye birçok çevrelerde alerji uyandırıyordu. Ondan dolayı, ‘Yeni bir parti kuralım sağlam kişilerden.’ diye düşündük. Evvela dedik ki “Bu üç partiyi birleştirelim.’ Yeni Türkiye Partisi, Millet Partisi, MHP, 40–50 kişi de Adalet Partisinden geliyor, 101 milletvekiliyle sürpriz olarak bir parti kurmaya artık ramak kalmıştı. Birleşik partiye Bölükbaşı’nı, ilk başta rahmetliyi genel başkan yapacaktık, Türkeş de, Ekrem Alican Bey de razı olmuştu. Tam düğmeye basacağımız sırada, Bölükbaşı koyuverdi işi, darmadağınık etti. İsimleri kısa kesiyorum, çok teferruat var. ‘Efendim, beni Genel Başkan seçersiniz veya sonraki kongrede halimiz nice olacak .’ dedi. ‘Ya, padişah seçecek değiliz, tabii kongre ne derse o olur.’ dedik. ‘Öyleyse biz bu işte yokuz.’ dedi. Onun üzerine bu iş yatar gibi oldu. Sonra dedik ki: ‘100 kişiyle kurmayalım da 50 kişiyle kuralım, bu kadar kişiyle de olabilir, hiçbir önemi yok.’ Peki, kimi genel başkan yapacağız? Çünkü hepimiz delikanlıyız, isim de yapmış değiliz, milleti etkilemeyecek hareketimiz” Peki Emre için şimdi yeni bir yol haritası bulma zamanı gelmişti. Emre’nin Yeni Türkiye Partisi’nde iken Süleyman Demirel’in 1060 darbesi üzerinden AP’ye siyasi rant kazandırma girişimini bozan Emre, parti yönetimiyle karşı karşıya gelmeyi bile göze almıştı. Emre’nin verdiği bir araştırma önergesi karşısında Erbakan, ilk kez Süleyman Arif Emre’yi telefonla arayarak “Meclisin haysiyetini, şerefeni bir tek sen kurtarmaya çalıştın, tebrik ederim.” demişti. Bu telefon yeni kurulacak partinin genel başkanlığı konusunda Emre’ye fikir bile vermişti. Erbakan için Türkiye Odalar Birliği’nde geri sayım başlamış, Demirel’in baskıları artmıştı. Emre, Erbakan’ı ziyarete gidecektir: “Necmettin Erbakan’ı gıyaben tanıyordum. Tam o sıralar, Turan Güngen Beyin yazıhanesine, Odalar Birliği Genel Sekreteri olan Necmeddin Erbakan geldi. Daha önce de Hoca’nın bir konferansını dinlemiş ve onu hayli taktir etmiştim. Erbakan’la birlikte yemek yedik, sohbet ettik, namaz kıldık. İlk kez tanıyorum Hoca’yı ve tabi, alıcı gözle inceliyorum; tanıdığım bütün liderlerle mukayese ediyorum: konuşması gayet güzel, birikimi çok iyi, yabancı dili var, 12 sene yurt dışında kalmış, Batı’yı biliyor, genç yaşta profesör olmuş... Serdengeçti’ye gittim, dedim ki; ‘Osman, hiç sesini çıkarma, ben genel başkanı buldum’. ‘Kim’ deyince, ‘Erbakan Hoca’ dedim. Sevincinden bir metre yukarı zıpladı; o da Hocayı çok iyi tanıyordu. Kısa bir süre sonra, Odalar Birliği’ne gidip Hoca’yı ziyaret ettim. Hiç girizgaha hacet duymadan, doğrudan dedim ki; ‘Hocam, Cenâb-ı Hakkın verdiği bu kabiliyetinizi birkaç tüccarın meseleleriyle heder etmeye ne hakkınız var?’ Dedi ki; ‘ne demek istiyorsun?’ Meseleyi ortaya koydum: ‘Bizim davamızın karargâhı yok, lideri yok, aksiyonu yok; çeşitli partilerde sığıntı halindeyiz ve itilip kakılıyoruz. Artık, davamızı müstakil bir aksiyon haline getirmemiz lazım ve bu işin liderliğini de sizin yapacağınıza inanıyorum.” Erbakan kendisine bu teklifle gelen Süleyman Arif Emre’ye “Beni fazla sıkıştırma, bu çok önemli bir şey. Uzun bir hazırlık yapmam, istişareler yapmam, netice almam gerekir. Eğer müspet netice alırsam, sizi arar buluruz.” diyordu. Emre’nin bu konuda naklettiği başka bir hatıra ise Erbakan’ın kendisine “Benim de bu yönde bazı çalışmalarım var; henüz bir neticeye ulaşmış değilim, ama müspet bir noktaya gelirsem sizi haberdar ederim’ dediği yönündeydi. Emre, Erbakan’ın sözleri üzerine “Meğer bir ırmak buradan akarken bir başka ırmak da oradan akıyormuş; tam da iki ırmağın buluşma noktasına gelmişiz.” şeklinde konuşacaktı. Irmak birleşti. Milli Nizam arkasından Milli Selamet Partisi… Süleyman Arif Emre Milli Selamet Partisi’nin ilk genel başkanıdır. Kendi rızasıyla ile koltuğunu Erbakan’a devretti. Ve 45’inci kuruluş yıldönümünü kutladığımız Kıbrıs Barış Harekatı’nın siyasi komuta kademesinde yer aldı. Bir yazıda Süleyman Arif Emre’yi yazmak kolay değil. Makamı Cennet olsun, Rabbim O’ndan razı olsun.
Erbakan ve Erdoğan; Aynı Şarkının Farklı Makamı
Orhan Veli Kanık bir şarkıyı on değişik makamda okumadan bahseder ya… Erbakan ve Erdoğan’ın aynı şarkıyı değişik makamda okuduğunu belirtmek gerekir. Bilirsiniz; Yunus Emre “Süleyman kuş dili bilir dediler” der. Erbakan dönem koşulları, ceza yasaları, toplum sosyolojisi bakımından hep kuş dili konuştu. Konuşmak zorundaydı. Zira Erdoğan’ın Diyarbakır ağır ceza mahkemesinin salonunda “referansım İslamdır” sözleri, hele hele merhum Aydın Menderes’in “Bundan sonra İslamın neye uyacağı değil, neyin İslam’a uyacağıdır” sözleri karşısında merhum Erbakan’ın gözlerinin parlamasını bilirim. “Mücahit Başbuğ-Kızıl Elma’nın Kutalmış Çocukları” kitabında Erdoğan ile ilgili şu yorum paylaşılmıştı: “Kızıl Elma’yı “İla'yı Kelimetullah'tır” diye yorumlayan Erdoğan’ın bu tanımı Türk siyasi hayatında bir ilki daha yaşattı. AK Parti’nin MHP ile birlikte oluşturduğu Cumhur İttifakı, Yüksek Seçim Kurulu’na sunduğu protokol metninde “İla'yı Kelimetullah” Türkiye’nin hedefi olarak gösterildi Kızıl Elma’yı “İla'yı Kelimetullah'tır” diye yorumlayan Erdoğan’ın bu tanımı bir anlamda yıllardır kendisine yöneltilen “Milli Görüş gömleğini çıkarttı” suçlamasına verilen cevap anlamında olduğunu belirten Çalmuk bu konuya ilişkin şu yorumu yaptı: “Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi kurulduğu günden bu yana “İla'yı Kelimetullah” yerine kendi değimiyle ‘kuş dili’ siyaset gereği kullandığı “Milli Görüş”ün yerini “Kızıl Elma” alıyordu. Erdoğan Kızıl Elma tanımıyla asl olanın giyilen gömlek değil beden olduğunu ve onu örtecek, gizleyecek herhangi kelimeye ihtiyaç duyulmadığını ortaya koymaktadır.” Erbakan konakta, Erdoğan ise sokakta büyüdü. Biri menüyü belirleyecek kadar söz sahibi diğeri sofraya gelen çorbanın devamlı aynı olmasına itiraz bile etmedi. Nitekim gazeteci-yazar Ruşen Çakır ile 2001 yılında yazdığımız ve Milliyet Gazetesi’nde “Kasımpaşalı” ismiyle yazı dizisi yaptığımız “Bir Dönüşüm Öyküsü -Recep Tayyip Erdoğan” kitabıyla ilgili omuzu kalabalık komutanların “Oğlum kim bu Recep Tayyip Erdoğan?” dediklerinde tek şunu söylemiştim: “O sokaktan geldi, çorbanın içinden…Aman O’nu Erbakan Hocamla mukayese etmeyin. O’nun kaybedecek bir şeyi yok. Bu gün görevden alırsınız, gider sokakta limon satar.” Erdoğan, 1991 seçimlerinde İstanbul’dan Milletvekili adayı olmuş. Milletvekili seçilmişti. Ancak tercihli oy sisteminde korkulan olmuştu. Erbakan’ın bütün talimatına rağmen Erdoğan ile aynı listede bulunan Mustafa Baş’a özellikle İsmailağa cemaati tercih kullanmıştı. Nedeni yapılan tercih kadar ilginçti. Emine Erdoğan’ın dış kıyafet olarak perdesü, Mustafa Baş’ın eşinin çarşaf kullanması özellikle tercihli oyların Mustafa Baş’a verilmesine neden oldu. Cemaatin çıkan sonuçlara itirazı Hamidiye Caminin avlusunda bulunan Refah Partisi genel merkezine kadar geldi. Mustafa Baş’ın tercihli oylara göre mazbatasını alması gerektiği, hakkının elinden alındığı belirtildi. Erbakan kesinlikle “hayır” dedi. Erdoğan mazbatasını aldı. Artık milletvekili idi. 11 gün mazbatayı taşıdı. O seçimde tercihli sistem nedeniyle sayın Devlet Bahçeli bile milletvekili seçilememişti. Ankara’ya Mercedes marka makam arabasıyla gelen Erdoğan, genel merkezin merdivenlerinin önüne kadar geldi. Aracından indi. İlgi büyüktü. Karşılayanlar arasında ben de vardım ve tebrik ettim. Parti binasına çıktı. Birazdan Erbakan Hocam’ın arabası göründü. Erdoğan’ın aracının arkasına park etti. Her zaman park edilen yerde bu kez başka bir araç vardı. Erbakan radar gibi gözleriyle otomobili sözdü. Ancak bir yandan da tebessümü hiç eksik etmedi. Elini öptük. Hocam da odasına çıktı. Görünen ile görünmeyen arasında arasındaki farkı yıllar sonra anlayacaktım. Siyasetin yalnızca söz ile yapılmayacağını, bir ‘hal’ beyanı olduğunu sonradan idrak edecektim. Birazdan yöneticimiz Mustafa Ağbi’ye telefon geldi: -Hocam acele seni istiyor… Odaya döndüğün yüzü kireç gibi beyazlamıştı. Önce sigara yaktı sonra eliyle “çıkın” diye işaret etti. Merhum Ali Soylu ile birlikte odadan çıktık. Konuşma kısa sürmüştü: - Selamün Aleyküm Mustafa Bey… Hocam “Mustafa itiraz etsin” dedi. Mustafa Baş itiraz etti. Mazbata Erdoğan’dan alındı, Mustafa Baş’a verildi. Yıllar sonra gördüm ki Mukadder Başeğmez’in “Erdoğan’ın iki özelliği vardır. Dindardır,kindardır” sözlerinden biri merhametine kurban gitmişti. Mustafa Baş Ak Parti kuruluşunda Saadet’ten ayrıldı ve daha sonra Erdoğan tarafından milletvekili yapıldı. İsmet Özel öyle demiyor mu? Allah, insanı iddiasından vurur. Vesselam…