- Haberler
- Kültür Sanat
- Osmanlı Zanaatkarları İlham Kaynağı
Osmanlı Zanaatkarları İlham Kaynağı
Osmanlı tarihi alanında değerli tarihçilerden olan Suraiya Faroqhi, kendi deyimiyle “Sıradışı” olan bu kitabında yine zorlu bir alana el atarak Osmanlı tarihinin ihmal edilmiş bir zümresi olan zanaatkârlarını inceliyor. Kitapta, Osmanlı şehir toplumunda büyükçe bir kesimi meydana getiren zanaatkârların tarihinin bir portresi çizilmektedir. “Osmanlı Zanaatkârları”, 16. yüzyılın başından Osmanlı’nın sona erdiği 20. yüzyıl başlarına kadar zanaatkârların kendi iç örgütlenmelerini, çalışma yaşamlarını ve genel anlamda Osmanlı iktisadi ilişkilerini inceliyor. Kitapta, imparatorluğun hem toplumsal hem de ekonomik kalbinde yer alan Osmanlı zanaatkârlarının üretim yöntemleri, lonca teşkilatı ve Osmanlı ekonomisinin yapısı mercek altına alınıyor. Yazar, zanaatkârların kadı sicillerine geçen anlaşmazlıklarına kadar derin ve titiz bir çalışma sunuyor. Loncaların Osmanlı dünyasının ekonomisinde, kültüründe ve toplumunda ne kadar eşsiz bir rol oynadığını gözler önüne seren Faroqhi, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi gruplarının yanı sıra kadıların, yöneticilerin ve tacirlerin etkilerini anlatıyor. Suraiya Faroqhi, Osmanlı’daki zanaatkârları iki farklı dönemde ele alıyor. Başlangıçtan bir nevi yükselme döneminin de sonu olarak sayılabilecek 1670’lere kadar olan yıllar bir dönem olarak ele alınırken 1670’lerden 1850’lere kadar olan tarihsel kesit ayrı bir dönem olarak inceleniyor. Osmanlı Devleti’nin yeniden yapılanmasını ifade eden Tanzimat dönemi ve loncaların ortadan kalkışı ise bir sonuç olarak değerlendiriliyor. Osmanlı İmparatorluğu ile Batı dünyasının ekonomik sistemlerinin karşılaştırıldığı bu çalışmada, Osmanlı’yı Batı’dan çok farklı kabul eden genel anlayış açısından şaşırtıcı bulgularla karşılaşacaksınız. Zanaat örgütlerinin doğuşu Suraiya Faroqhi’ye göre Bursa, Edirne ve İstanbul’u hariç tutarsak 16. yüzyılın ilk yarısına kadar kadı sicillerinde ya da başka herhangi bir yerde zanaatkâr örgütlerinin faaliyetlerine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Loncalar, İslâmlaşmanın görece yeni bir olgu olduğu Doğu Balkanlar’da ve Osmanlı’nın Anadolu’daki merkezinde doğan bir yeniliktir. Osmanlı zanaatkârları, temel özellikleri padişahlar ve onların hizmetkârlarınca tayin edilmiş bir ortamda faaliyet gösteriyorlardı. Nasıl gerçekleştirildiği belli olmasa da Osmanlı yönetiminin lonca oluşumunu teşvik etmiş olması da çok olasıdır. Çünkü Osmanlı bürokrasisinin zanaatkâr örgütlenmesini desteklemekte çıkarı olduğu açıktır. Padişah ve hizmetkârlarının zanaatkârlardan talepleri, hem savaşta hem barışta yüksektir. Yine de Osmanlı zanaatkâr örgütleri, isteksiz zanaatkârlara ve ordulara hizmet etmek için zorla işe alınan zanaatkârların işlerini gerçek manada yapmaları için güvenceler arayan bir devlet aygıtı tarafından dayatılmamıştı. Devlet, kendi bürokratik aygıtına dayanıyordu ama zanaatkârlar birleştiklerinde bundan yine kendileri, kârlı çıkıyorlardı. Osmanlı loncaları, zanaatkâr üyelerinin çıkarlarına hizmet ediyordu ama herhangi bir durumda bu çıkarların ne olduğunu dışarıdan müdahaleler ile sultan ve vezirlerin politikaları belirliyordu. 17. yüzyıl ortasında zanaatkâr örgütleri, artık kendi pirlerine sahip olacak ve kendi bayramlarını kutlayacak kadar bütünleşmişlerdi. İstanbul ve Kahire’de Lonca örgütlenmesi 1600’lü yıllarda İstanbul’un nüfusunun 300 bin, Kahire’nin nüfusunun ise 263 binin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Kahire ve İstanbul, erken dönem modern Avrupa’nın kentlerine baktığımızda ancak Paris ve Napoli ile karşılaştırılabilecek, devasa boyutlarda kentlerdi. 1600’lerin ortasında İstanbul ve Kahire’deki zanaatkârlar genellikle loncalarda örgütlenmişti. Kadı tarafından atanan başkan İstanbul’da “Kethüda/kahya”, Kahire’de “Şeyh” olarak bilinirdi. İstanbul’da hem Müslüman hem gayrimüslim üyeleri olan büyük lonca ya da örgütlerde kethüdaya bir ya da birkaç yiğitbaşı yardım ederdi. Zanaatkâr örgütlerinin çoğu, erken İslâm tarihinden önemli kişilikleri, kendilerine pir olarak benimsemişlerdi. Tarihçiler, uzun süre Osmanlı loncalarının, üyelerine dayattıkları katı kurallarla ekonomik gelişmeyi önlediklerini varsaysalar da 1600’lerin başlarındaki İstanbul zanaatkârlarını ele alan bir inceleme, bu kişilerin ekonomik genişlemeye karşı olmadıklarını göstermiştir. Her ne kadar lonca liderleri zanaatkârlara “Yoksullukta eşitlik” ideolojisi vazetseler de kimi zanaatkârlar dayatılan kısıtlamaları aşmanın yollarını bulmuştu. Sık rastlanmasa da zengin zanaatkârlar vardı ve loncalarından dışlandıklarına ilişkin pek bir kanıt yoktu. 17. yüzyılda İstanbul şantiyelerinde ve haklarında fazla belge bulunmayan diğer mesleklerde çalışma koşulları pekiyi değildi. Kahire’de daha belirgin olmak üzere, her iki kentte de zanaatkârlar akın akın askeri birliklere katılma eğilimindeydiler. Çok sayıda zanaatkâr, daha fazla kardeşlik ve eşitlik istiyor olabilirdi ama gerçek olan, zengin ve yoksul loncalar olduğu gibi aynı zanaat örgütünün içinde zengin ve fakir üyeler de olduğuydu. Kahire ve İstanbul, çok sayıda zanaatı ve zanaatkârı barındırıyordu. Her iki kentte de güçlü imalat sektörleri vardı ve tekstil, piyasaya hâkimdi. İstanbul zanaatkârları çoğunlukla Osmanlı seçkinleri ve hemşerilerinin tüketimi için çalışıyordu. Kahire’de üretilen malların bir kısmı ise daha uzak pazarlara ulaşıyordu. Siyasi açıdan ise merkezî idare varlığını başkentin her yerinde hissettiriyordu ama Kahire’ye hâlen uzaktı. Mal tedarik edilecek bir padişah sarayının olmadığı ve yerel isyanların tehlike oluşturmadığı bir kentte piyasa biraz daha gevşek bir kontrole tabiydi. Girişimciler, kuramsal olarak Kahire’de daha rahattılar. Yine 1600’lere gelindiğinde Osmanlı merkezinden gönderilen valilerin artık askerleri kontrol edemediği Kahire’de, yerel askeriyenin zanaatkârların kazançlarından hisse istemesi, önemli bir sorundu. İstanbullu ve Kahireli zanaatkârlar, taşradaki meslektaşlarına göre oldukça farklı koşullarla başa çıkmak zorundaydılar. Taşra zanaatkârları ve tacir ağları Tacirler, zanaatkârlara göre arkalarında daha fazla kanıt bırakmıştır. Taşrada toplanan vergilerin önemli bir kısmı başkent İstanbul’a akıyor ve buradaki yönetici sınıfın mensupları tarafından harcanıyordu. Satın alma gücü, başkentte yoğunlaşmıştı. Vergilendirme ile siyasi merkeze mal akışı arasındaki bağ, İstanbul’da yaşayan güçlü egemen sınıfın uzak bölgelerde kaliteli mal üreten zanaatkârları bile teşvik edebilmesini sağlıyordu. Bazı Osmanlı eyaletlerine ilişkin araştırmalar, İstanbul dışında imâl edilen kimi zanaat ürünlerinin başkente değil imparatorluk içindeki taşralı tüketicilere iletildiğini ve bir miktar ihracat olduğunu da göstermiştir. 16. yüzyılda Anadolu nüfusu artınca yeterli toprak elde edemeyen Anadolu çiftçilerinin en azından bazıları, kırsal zanaatlara ek gelir kaynakları bulmuşlardı. Anadolu’nun büyük ticari merkezlerinden biri olan Ankara’nın zenginliği, esas olarak tiftik sanayisinden kaynaklanıyordu. Uşak bölgesindeki ve genel olarak Batı Anadolu’daki kimi köylülerin pazar için halı dokuyarak gelir sağladıkları anlaşılmaktadır. Ankara ve Uşak’taki tekstil üreticileri, padişahın özgür uyruklarıydı. Ancak Bursa’nın ipek dokuma zanaatları bir istisnaydı. Osmanlı sarayında kullanılan Bursa ipeklileri çok lüks mallardı ve gereken ham ipek, kervanlarla İran’dan getiriliyordu. Buralarda önemli ölçüde köle istihdam edilir ve savaş bölgelerinden getirilen köleler, özel olarak bu iş için yetiştirilirdi. İznik ve Kütahya ise üretilen çinileri ile öne çıkıyordu. İznik mallarını, İstanbul’a ve Osmanlı eyaletlerine taşıyan tacirler vardı. Kütahya’da üretilen çiniler, İznik’tekiler kadar değerli değildi ama buradaki sanayi, lüks eşya pazarının kaprislerine daha az maruz kaldığı için daha uzun ömürlü oldu. Köklü imalat gelenekleri olan Mısır ve Suriye’de ise tekstil imalatı yapılıyordu. Lonca özerkliği konusunda ise Kahire ve İstanbul zanaatkârlarının günlük işlerini devletin fazla müdahalesi olmadan yürüttükleri ileri sürülmektedir. Ancak zanaatkâr örgütleri, üyelerine yarar sağlamak için memurları kullanmaya çalışmışlardır. Lonca kethüdaları, ustaların çıkarlarına bağlı olarak, bazı zamanlarda devlet müdahalesini hoş karşılarken bazen de bu müdahaleyi asgariye indirmeye çalışmışlardır. Lonca üyeleri, kendi başlarına başa çıkamayacaklarını hissettiklerinde ise devletin, özellikle kadılar aracılığıyla müdahalesi arzu edilirdi. Osmanlı padişahları, güçlerini yalnızca kadı ve muhtesipler aracılığıyla değil, yeni vergilendirme ve tahsilat yöntemleriyle de hissettirirdi. Sonuç olarak zanaatkâr özerkliği ile devlet müdahalesi arasındaki denge, sabit değildi. 1670’lerden sonra İstanbul loncalarında yaşanan değişimler İktidar merkezinin bu kadar yakınındaki kıtlıklar nedeniyle çıkabilecek isyanlar, padişah ve vezirlerin siyasi ve fiziki yaşamlarını tehlikeye atabilirdi. Bu nedenle padişah ve vezirler, başkente erzak tedariki için yalnızca piyasaya bel bağlamazlardı. Gıda ürünleri ile temel hammaddeler kente devlet denetiminde getirilir ve idarenin kontrol ettiği fiyatlarda satılırdı. Tedarik sisteminin aksamadan işlemesi, yalnızca ilgili eyaletlerde değil aynı zamanda Akdeniz ve Karadeniz’de de merkezi denetimi öngörüyordu. İstanbul’un bakış açısına göre sistem, çoğu zaman yeterince etkin bir biçimde işliyordu. Üretimin yapıldığı bölgelerde tahıla ve mallara verilen düşük fiyatlar büyük zorluklar yaratıyordu. Özellikle 18. yüzyılın son çeyreği ile 19. yüzyılın başında sistemde aksaklıklar yaşanması nedeniyle ortaya çıkan tedarik sorunları, başkentin zanaatkârlarını çeşitli biçimlerde etkiliyordu. Başkentin tedarik hatlarındaki bir aksama, zanaatkârların yalnızca aç kalmasına yol açmıyor, birçoğunun işini de kaybetmesine sebep oluyordu. Arzı düşük olan mallarda kaçakçılığı önlemek için Osmanlı padişahları, bürokratik katmanlar oluşturmuştu. Sınırlı sayıda toptancıya belirli miktarlarda tahıl almaları için belgeler veriliyordu. Yerel kadıların, İstanbul tacirlerinin gerçekten de hakları olan miktarlardan fazlasını almadıklarını teyit etmeleri gerekiyordu. Yine de açık denize yakın alanlarda tahıl kaçakçılığı yaygındı. Değirmencilik ve fırıncılıkla ilgili ayrıca kurallar vardı. Fırıncılara, yalnızca belli ürünler için izin belgesi verilirdi. Başkentin tedarik sorunlarına en uygun çözüm, kent nüfusunu sınırlandırmaktı ancak İstanbul, Osmanlı tarihinin büyük bir kısmında sürekli göç almıştı. Göçmenler, dini ya da yöresel temelli dayanışmalara katı bir biçimde bağlı kalmadan ekonomide kendilerine uygun bir yer buluyordu. Bu yıllarda eyaletlerde zayıflayan devlet gücü ise İstanbul’da artan müdahaleler yoluyla meşrulaştırılıyordu. İlginç olan, başkent zanaatkârlarının artan merkezi kontrole olumlu tepki vermeleriydi. Fermanların çoğu bizzat lonca üyelerince talep edildiğinden, resmi kontrollerin çoğu zaman oldukça popüler olduğunu söylemek mümkündür. Muhtemelen geleneksel hakların sürekli denetlenmesi, sorunlu yıllarda hükümdarların meşruiyetini pekiştiriyordu. 1600’lerin sonları ile 19. yüzyıl arasında, pazarın daralması nedeniyle zanaat loncalarının daha resmi, daha örgütlü ve belki de daha katı hâle geldiği söylenebilir. Zanaatkârlar, kendilerini rakiplerine karşı korumaya çalışırken bir paylaştırma aracı olarak “Gedik” oldukça etkindi. İyi örgütlenmiş loncalar, başkent zanaatkârları için bir öz savunma aracı hâline gelmişti. Makamlarını satın alan kethüdalarla başa çıkmak da örgütlenmeyi gerektiriyordu. Kahire’de zanaatkârların durumu ve İstanbul’la karşılaştırması Kahire, zanaat faaliyetlerinin yoğun olduğu bir merkezdi. 1670’lerde Kahire’de dikkat çekici sayıda lonca bulunuyordu. İmalat loncaları azınlıktayken ticaret ve hizmet loncaları çoğunluktaydı. Zanaatkârlar, İstanbul’da olduğu gibi maddi varlık ve toplumsal konum açısından birbirleriyle eşit değillerdi. Kahire loncaları görece esnek kaldıkları için yerel zanaatkârların dükkân açmadan önce bir gedik temin etmelerinin gerekmediği anlaşılmaktadır. Loncalara girmek ve çıkmak oldukça basitti. 1700’e kadar yiyecek fiyatları başkente göre biraz daha düşüktü. Ancak Nil taşkınları gibi birkaç özel durumda Kahire fiyatları çok daha yükselirdi. 1785 yılına gelindiğinde Kahire’de fiyatların çarpıcı biçimde arttığı görülmüştü. İstanbul’daki artışlar da ciddi olsa da muhtemelen merkezi hükümetin aldığı koruyucu önlemler, İstanbul’da etkiyi hafifletmiştir. Mısır’da zanaatkârlar ile askerlerin kaynaşması, 18. yüzyılda sona erdi. 1730’da herhangi bir askeri birlikle bağlantısı olmayan tek zanaatkâr grubu gayrimüslimlerdi. Tacirler ve zanaatkârlar, kendi birliklerine, “Himaye” denilen bir koruma parası ödüyorlardı. Kahire’deki bu sistem, erken modern Avrupa’da birçok devletin topladığı “Koruma haracı”na benziyordu. Himaye ve diğer ödeme taleplerinin çarpıcı biçimde artmasının nedeni, hükümdarlar iktidar mücadelesine giriştiklerinde artık zanaatkârların Memlûk liderlerle pazarlık olanaklarının kalmamasıydı. Lonca üyesi olmamakla birlikte Kahire ve diğer Mısır kentlerinde çalışarak geçimlerini sağlayan kentli kadınlar vardı. Kimi zanaatkâr kadınlar 19. yüzyıl başında aile ekonomisi içinde faaliyet gösteriyorlardı. Zanaatkârdan çok sanatçı olarak ön plana çıkan kadınlar arasında, kadın izleyicilere düğünlerde gösteri yapan şarkıcılar da vardı. 1670’ten sonraki dönemde iki kentin lonca üyeleri arasında yapılacak bir karşılaştırma Osmanlı modeli içinde ciddi farklılıklara işaret etmektedir. Lonca yöneticilerinin görevleri, Kahire’de İstanbul’dakinden oldukça farklı gözükmektedir. 1800’e gelindiğinde önemli sayıda İstanbul loncasının kabullendiği gediğin Kahire’de yaygınlaşmadığı görülür. İstanbul’da da hayat zordu ama 1700’lerin sonlarında Memlûk beylerinin hanedanlıkları arasındaki şiddetli rekabet nedeniyle Kahire zanaatkârlarının çektikleri sıkıntı çok daha fazlaydı. Zanaatkârların siyasi rolleri Günlük siyaset sayılacak girişimlerin başında, padişaha dilekçe vermek yer alır. Zanaatkâr dilekçelerinin arka planında genelde rekabet ve çekişme unsuru olduğu dikkate alınırsa bu belgelerin yazılması ve sunulması için destek sağlanması ve pazarlıklara para toplama işini siyasi bir eylem olarak tanımlamak, mümkündür. Zanaatkâr gruplarının, loncaların başındaki kişiden hoşnutsuz olup onu görevden aldırmak gibi kadı mahkemelerindeki kimi faaliyetleri de siyasi eylemler olarak sınıflandırılabilir. İş hanının yanması gibi farklı türden felaketler de tabandan gelen siyasi eylemlerin için başlangıç noktasını oluşturabiliyordu. Osmanlı hanedanından birinin kurduğu bir vakfa ait yapılarda çalışan zanaatkârlar için de küçük çaplı siyasi eylemler gerekli oluyordu. Zanaatkârların padişahların şölenlerine katılımı da zorunlu kabul edilen siyasi roller arasında yer alıyordu. Osmanlı padişahları, zanaatkârların düzenlenen alaylara hem fiili hem de madden katılımını beklerlerdi. Ayrıca birçok lonca üyesinin, sarayın hizmetinde olup olmamasına bakılmaksızın bayramlarda, padişaha armağanlar sunması beklenirdi. Bazıları için saray ileri gelenlerinin huzuruna kabul edilmekte onurlandırılmak önemli olabilirdi. Ama birçok zanaatkârın da böylesi olayları, fuzuli bir masraf kapısı olarak görmeleri olasıdır. Müslümanlar ile gayrimüslim zanaatkârların ayrı ayrı örgütlenmesine ilişkin resmi bir baskı yoktu. Hatta karışık loncalar yaygındı. Kadıya ya da merkezi yönetime taşınmayan meseleler, çoğu kez saygın bir yerel kişinin aracılığıyla çözülüyordu. İstanbul zanaatkârlarının askerler ile ulemanın küçük ortağı olarak bile olsa isyanlara katılımı II. Mustafa, III. Ahmed ve III. Selim’in meşruiyetlerini yitirmelerinde etkili olmuştur. Kahire zanaatkârları ise taban politikalarında daha fazla öne çıkmışlardı. Bunun sebebi belki de Osmanlı padişahının onları Memlûk beylerinin dayatmalarına karşı gözle görünür biçimde koruyamamasıydı. Taşrada Loncaların yeni koşullara uyumu 1670-1850 arasında birçok Balkan kenti çok çeşitli unsurları barındıran bir nüfusa ev sahipliği yapmaya başladı. 17. yüzyıl ortalarında zenginlik ve toplumsal güç, genellikle yüksek mevki sahibi Müslümanların ve aynı zamanda Ortodoks din adamlarının önemli rol oynadıkları vergi tahsilatıyla bağlantılıydı. 1700’lere gelindiğinde ekonomik faaliyetlere dayalı bir toplumsal ayrışma görülür. 1700’lerin ortasından sonra denizaşırı ticaret yapan tacirler de yeni gayrimüslim üst tabakanın bir parçası olmaya başladılar. 17. ve 18. yüzyılda Bursa ipeklilerini imal eden zanaatkârlar, saray kalitesinde olmayan ama varlıklı kentlilerin daha mütevazı lükslerine hitap ettikleri için şanslıydı. Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye’nin bazı pamuklu dokumacı ve boyacıları refah dönemlerini yaşamışlardı. Balkanlar’daki kırmızı pamuklu iplik ve deri üreticilerinin işleri de uzun süre iyi gitti. 1800’den sonra bile çöküş bütün Osmanlı zanaatkârlarının kaderi olmadı. Çok fazla zanaatkâr, düşük ücretler ve büyük çapta ücretsiz aile emeği pahasına da olsa kapitalist dünya ekonomisinin taleplerine uyum sağladı ve böylelikle hayatta kalabildi. Bazı zanaatkârlar da 19. yüzyılda imparatorluğun birçok kesiminde artan nüfus nedeniyle büyüyen pazarlardan yararlanırken bazıları da battılar. Taşradaki Osmanlı zanaatkârları, genelde mültezimler tarafından tahsil edilen vergilerini öderken devletin dayattığı kısıtlamalarla karşılaştılar. 18. yüzyıl sonrada Rusya ve Napolyon Fransa’sı ile yaşanan çatışmalar nedeniyle hazinenin artan ihtiyaçları sonucu, birçok zanaatkâr için artan vergiler ölüm kalım mücadelesine neden oldu. Birçok yerde imalatçılar İstanbul’daki gibi lonca dayanışmasını güçlendirerek tepki verdiler. Karşılıklı kontrol için çok çeşitli olanaklar yaratan büyük ölçekli atölyelerin sayısı arttı. Proto-sanayinin yaygın olduğu bazı yerlerde, loncalar; önemini yitirerek diğer yerlere göre daha erken dağıldılar. Farklı bir devlet ve farklı bir ekonomi, loncaların yok oluşuna sebep oldu Zanaatkârların çalışma koşulları, 1850’den önce de bazı değişimler yaşadı ancak bu tarihten sonra kesinlikle ciddi biçimde değişti. Sanayi ürünü mallarla rekabet, çoğunlukla üretimi finanse eden ve düzenleyen tacirlerin rolünün artmasına yol açtı. Fason iş yaptıran tacirler, eski dönemlere göre daha fazla kadın ve çocuk istihdam ediyor ve daha düşük ücret ödüyordu. Bu uygulamalar “Emeğin posası çıkarılması” kavramıyla tasvir ediliyordu. Ustalar ise işçilerini sömürmek yerine kendilerini sömürüyor, rekabeti sürdürebilmek için herhangi ciddi bir yatırımı olanaksız kılacak düşüklükte fiyatlar talep ediyorlardı. Tek beklentileri; dükkânı ve içindekileri çalışabilir durumda tutabilmekti. Avrupalı dünya ekonomisinin kaprisleri de üreticilerin kendilerini sık sık beklenmedik durumlarda bulmaları anlamına geliyordu. Osmanlı zanaatkârları için padişahın görevlilerinden gelen taleplerden ziyade; kefereler tarafından kontrol edilen, Müslümanlar söz konusu olduğunda özellikle düşmanca davranan ve bilinmeyen bir dünyadan gelen taleplerle başa çıkmak, güç oluyordu. 19. yüzyılın ortalarından itibaren zanaatkârlar, alıştıkları devlet yapısından ciddi farklılıklar gösteren bir devletle karşı karşıya kaldılar. Osmanlı merkezindeki seçkinler, devlet aygıtının toptancı bir yaklaşımla yeniden yapılanmasına giriştiler. Mehmed Ali Paşa, 1841’de Suriye ve Anadolu’dan çıkmaya zorlandığında kendisine, Mısır hidivliği verilmişti. Bu tarihten itibaren Mısır’ı kendi yörüngesi olan ayrı bir devlet olarak kabul etmek gerekir. Mısır’ın 1882’den itibaren fiilen İngiliz sömürgesi hâline gelmesi sonucunda Mısır kentlerinin zanaatkârları, Büyük Britanya İmparatorluğu ile doğrudan karşı karşıya kalmışlardır. İngilizler, yabancı egemenliğini meşrulaştıran vergileri hafifletmeye ve kendileri için zorla aldıkları haraçlarla zanaatkârların sırtındaki yükün artmasına neden olan vergi tahsil bürokrasisini kısmen dağıtmaya başladılar. Ancak insani sermayeye yapılan yatırımın düşük kalması, pazardan pay kapmak için mücadele eden imalatçıların güçlüklerini artırdı. Osmanlı’nın merkezi eyaletlerinde ise topraklar büyük ölçüde küçülmesine rağmen imparatorluk bağımsızlığını korudu. En üretici eyaletleri tehdit altında olan Osmanlı için savunma; birincil öncelikti. Büyük askeri harcamalar, askeriyenin ciddi siyasi güce sahip olmasına yol açtı. Zanaatkârlar, oğulları neredeyse ömür boyu süren bir hizmet için orduya alındığından muhtemelen bu gücü hissediyorlardı. Gayrimüslimler ise askerlik hizmeti yerine geçen bir vergi ödüyorlardı. Osmanlı bağlamında loncaların sonu, İttihat ve Terakki’nin merkezileşme projeleriyle ilintilidir. Bu politikayla yerel olarak seçilmiş kurumların yerine devlet kurumlarının getirilmesi, öngörülüyordu. Bu bağlamda 1910’da İstanbul loncaları, 1912’de taşra loncaları, resmen feshedildiler. Hükümet bunların yerine zanaatkâr birliklerinin kurulmasını istiyordu. 1913’ten itibaren merkezi İstanbul’da olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde etkin olmaya başlayan Selanik göçmenlerinin çoğu zanaatkârdı. Bu grup, bütün zanaatkârlar için merkezi bir örgüt kurdu ancak savaş koşullarında ne kadar etkin olduğu bilinmiyor. Mısır’da 1850’lerden sonra fabrika mamulü malların rekabeti yüzünden zanaatkârlığın pek de kalmadığı açıktır. Üstelik yeniden yapılanma süreci, fason iş yaptıran tacirlerin ve lonca dışı emeğin, loncaların sönüp gitmesine yol açacak kadar üstünlük kurmalarına yol açmıştı. İşçi örgütleri ise loncaların yerini alacak kadar güçlü değildi. Kısa süre sonra Türkiye Cumhuriyeti hâline gelecek olan Osmanlı’nın merkezi vilayetlerinde de benzer gelişmeler yaşandı. Zanaatkâr ürünlerine yönelik piyasa talebi giderek azaldı ve bu durum özellikle İstanbul’da zanaatkârların yoksullaşmasına yol açtı. 1923’te başkent, Ankara’ya taşınınca üst sınıfın bir kesimi hükümetle birlikte Ankara’ya gitti. İstanbul zanaatkârlarının yaşadığı pazar kaybı, kısmen siyasi olarak belirlenmişti. Yazar ihmal edilen bir alanı aydınlatıyor Suraiya Faroqhi’nin “Osmanlı Zanaatkârları” çalışması ile Osmanlı tarihinin araştırılması ihmal edilmiş bir zümresi olan ve imparatorluğun hem toplumsal hem de ekonomik olarak merkezinde yer alan zanaatkârlar ve kurdukları lonca teşkilatları detaylıca ele alınır. Zanaatkârlar ve kurdukları lonca teşkilatları, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisinde, kültüründe ve toplumunda oldukça etkin bir rol oynamıştır. 1670’lerden 1850’lere kadar varlık gösteren Osmanlı zanaatkârları tarihinde, köklü bir devrim olmasa da çok sayıda küçük değişiklik mevcuttur. Osmanlı zanaatkârları, oluşturdukları birlikler ve güvenilir sözcülerinin yardımıyla çıkarlarını topluca savunmayı tercih etmekteydi. Zanaatkârlar ile devlet yöneticilerinin bazı noktalarda çıkarlarının birleşiyor olması sonucunda, padişahların fethedilen yeni eyaletlerde lonca kurulması doğrultusunda ferman çıkarmasına gerek kalmıyor, zanaatkâr örgütleri birçok kentte kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Bunun yanında zanaatkârlar, zaman zaman var olan nizamnamelere karşı çıkmamakla kalmamış, bir nizamnamenin olmadığı yerlerde de devletten resmi müdahale istemişlerdir. Ancak bu durum, zanaatkâr çevrelerinde resmi politikaya karşı hiç bir muhalefet olmadığı anlamına gelmez. Osmanlı İmparatorluğu’nda seçkinlerin ilk kaygısı, iktidarı ellerinde tutmak olduğu için zanaatkârların çıkarları onlar için öncelik taşımayabilirdi. Bunun farkında olan kimi zanaatkârlar, kendi çıkar ve önceliklerini savunmak için örgütlenme yoluna gitmişlerdi. Zaman içinde devlet inşasının getirdiği maliyetler ile zanaatkârın üzerine binen yeni mali yükler arasındaki doğru orantı, yaşam standartlarını düşürdüğü için giderek daha fazla zanaatkâr, askeri birliklere katılma eğilimine girmiştir. İstanbul ve Kahire karşılaştırmalarında göze çarpan önemli bir nokta, durumu net bir şekilde açıklar: İstanbul merkezi iktidarın kendini var ettiği başkent iken Kahire, valilerle idare edilmeye çalışılan ama çok köklü ve büyük bir diğer merkezi oluşturur. Kahire, merkezi otoriteden uzak oluşuyla girişimciler için daha uygun bir atmosfere sahipken merkezi otoritenin yerel askeriye üzerindeki zayıflığı ve askerlerin zanaatkâr kazançlarından giderek daha fazla pay istemeleri, ciddi bir sorun yaratır. Bu da emeğiyle üretim yapanların zorlanmasına ve üretmek yerine üretimden hak talep eden tarafa geçme eğilimine yol açmaktaydı.