Fehmi Çalmuk

Bayram Bayram Yazılır mı , Gül Düşman Safında Sayılır mı ?

Fehmi Çalmuk

Bayramınız kutlu, kademli olsun. Bayramın 3’üncü gününe denk gelince kavurma lezzetinde, bayram  tatlısı kıvamında bir yazı okumayı hak eden okuyucuları  hayal kırıklığına uğratmak istemezdim. Ama bayramı kursağımızda bırakan öyle şeyler yazılıyor,  çiziliyor ki  keyfimiz, kıvancımız kaçıyor. Bugün Abdullah Gül’ü yazacağım. Türkiye  Cumhuriyeti’nin 11’ici Cumhurbaşkanı, Ak Parti’nin ilk Başbakanı, Erbakan Hükümetinin Devlet Bakanı Abdullah Gül’ü…Ak Parti’den istifa ederek yeni partiye doğru yelken açan Ali Babacan’ın teknik direktörü Abdullah Gül’ü… Bizden büyük feleğe çelme atmış, kurşuna yol şaşırtmış ağabeylerin değimiyle “Bizim  Abdullah’ı” Eylemin, kavganın içinden gelmiş alnına silah dayanmış, MTTB’yi Akıncıların içinde hayat bulmuş, Necip Fazıl’ın yanı başında Abdullah Gül’ü…O’nu bunu bilmem. Ak Parti’ye, Başbakanlığa girmemi yasaklayan (yada yasakçıların onun ismini bankörce kullandıkları) Muhterem Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den bahsedeceğim. 17 yıllık iktidar dönemi geldi geçiyor. Ne sayın Abdullah Gül’ün, ne de sayın Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı döneminde bir kez bile uçaklarına davet edilmezken, ara sıra karşılaşmalarımızda el sıkışırken  gösterdikleri ilgi, yaptıkları iltifat ile yanındaki  kurmaylarının parmaklarını ısırmasına neden olmuştur. Bu ülkenin Başbakanına “gölge etmeyin başka bir şey istemem” diyebilecek kadar dirayetli durmamızın nedeni Hz. Muhammed efendimizi kocatan “Emrolonduğu gibi dosdoğru ol” ayetidir. Bunu belirtmek isterim. TBMM kulisinde koluma girmiş halde iken AA’dan sorumlu Başbakan Yardımcısına “Fehmi Ağbimin işini ne zaman düzelteceksiniz?” sorusunu soran kabinenin asayişten sorumlu kudretli bakanı; “Bak hala Fehmi ayakta, demek ki daha ezememişiz” cevabı karşısında yutkunu vermiş, “olayın vehametinin bu kadar olduğunu bilmiyordum” demişti. Ben de “Bunlar kumpası bilir. İçinde olur, daha sonra yol arkadaşlarını kumpascı diye ihbar ederler” tespitini yapmıştım. Konuya dönelim. Şimdi bakıyorum da; Ermeniliği, Yahudiliği, İngiliz ajanlığı suçlaması almış başını gidiyor. Hele hele “Majestelerinin Valisi” sözleri karşısında bile suskunluğu tercih eden, bütün olup biten karşısında Maslak’da Cumhurbaşkanlığı eforundan,  çalışma düzeninden bir şey kaybetmeyen  Abdullah Gül hakkında bir şeyler yazmaya karar verdim. En son TRT Belgesel kanalına yaptığım daha sonra da aynı isimle yayımladığım, kuruluşunun 100. Yılı nedeniyle Milli Türk Talebe Birliği “Büyük Doğu’nun  Atlıları” kitabı vesilesi ile karşılaşmıştım. Her yeni  çıkan kitabımı imzalı gönderirim. O da her  kitap için Cumhurbaşkanlığı forsunun bulunduğu özel bir ıslak imzalı mektupla teşekkür mektubu gönderir. Büyük Doğui’nun Atlıları kitabında röportajlarına yer  verdiğim MTTB’li ağbeylerimin söylediğine göre, Abdullah Gül röportajı olduğu için MTTB teşkilatlarında kitabın lansmanı, satışı ve tanıtım günleri kesinlikle yasaklanmış. Kaynağını araştırdım. Kahraman’lıklarının Abdullah’a Beye ve benim kitaba yettiğini gördüm. Halbuki muhterem Hayati Yazıcı Beyefendi vasıtasıyla imzalı olarak gönderdim kitabı günlerce masasında bulunduran, satırların altını çizerek okuyan, “Kitap için teşekkür ederim Fehmi” diyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tavrı vardı orta yerde.

Öğrenci lideriydi MTTB’de İcra Kurulu üyeliği, Tiyatro ve Sinema Müdürlüğü görevlerinde de bulunan Abdullah Gül öğrenci lideri olarak Çanakkale Yürüyüşleri de tertip etti. Abdullah Gül şunları söyledi:  “Aslında çok memnun oldum bizi çok eski yıllara ve hayatımızın en heyecanlı, hayatımızın en samimi dönemlerine taşımış oldunuz. Onları şimdi hatırlamak, onlarla ilgili konuşturuyorsunuz onun için memnun oldum. Milli Türk Talebe Birliği aslında Tevfik İleri’den beri, o zamanlar bizim zamanımızda kendini vatansever milliyetçi olarak gören vatansever kendi düşüncelerimize, kendi inançlarımıza, kendi geleneklerimize, kendi tarih bilincimize sahip olan Anadolu gençliğinin bir yuvası olarak doğrusu görmek gerekir, bir evi olarak görmek gerekir.” Amacım dava adamı olmaktı Abdullah Gül, üniversitede okurken tanıştığı Milli Türk Talebe Birliği’nde, artan sol akımları “diğer bütün düşünceleri adeta bastırıp onları hem düşüncelerini empoze hem de kendileri gibi düşünmeyenleri dışlayan ve fiili güç kullanan bir hale gelmişti.” diyerek anlatır. Gül’e öğrenciyken kendisine dava adamı olmayı hedef seçtiğini şöyle anlatır: “O zamanki dönemlere bakarsanız, özellikle 1960’dan sonra Türkiye’de çok yoğun bir sol propaganda başlamıştı. Ve o zamanlar Sovyetler Birliği vardı ve onun cazibesi ve propaganda gücü çok ayrıydı. Türkiye’de çok ayrı bir sol akım gelişiyordu. Marksist gibi. 60 ihtilalinin getirdiği ortamdan sonra da üniversitelerde olağanüstü güçlü bir hale geldi. Bu akımlar öyle bir hale geldi ki diğer bütün düşünceleri adeta bastırıp onları hem düşüncelerini empoze hem de kendileri gibi düşünmeyenleri dışlayan ve fiili güç kullanan bir hale gelmişti. Şimdi böyle bir ortamda Milli Türk Talebe Birliği gerçekten büyük bir sığınak ve ocak oldu. Demin söylediği gibi milliyetçi mukaddesatçı olarak tarif edilen daha geniş anlamıyla vatansever, dini inançları güçlü, muhafazakâr, kendi geleneklerine, kendi tarih şuuru bilinci içerisinde olan, kendi değerlerine her zaman önem veren bir üniversite gençliğinin bir araya geldiği bir topluluktu. Bu belki de bu değerlere sahip olanların ilk bu kadar yaygın bir şekilde üniversiteleri bir araya getirdiği bir ortamdı. Dolayısıyla bu kadar yoğun bir üniversite gençliği içerisinde inançlı, azimli, kararlı dava sahibi olan… Ki o zaman hepimizin kendimize biçtiği şey, dava adamlığı olmaktı. Davamızda ülkemizi mutlu, güçlü ve özgür kendi düşüncelerimizin en güzel şekilde yaşayabilir bir ortam. O zaman rahmetli Necip Fazıl’ın da söylediği gibi “Öz yurdunda garip, öz vatanda parya” adeta hisseden, daima dışlanan ve daima yasaklarla karşı karşıya kalan bir inanç, düşünce temsilcilerinin büyük bir azimle Türkiye’yi çağdaş memleketlerdeki gibi özgür, güçlü ve aynı zamanda kendi kimliği ve kendi değerleriyle güçlü yapma arzusuydu bu. Şimdi bu kadar yoğun bir üniversite gençliği azimli, dava sahibi, çok samimi, fedakar, bunların içerisinden muhakkak ki ileriki yıllarda çok önemli fikirler, isimler çıkacaktır.” Alnıma silah dayadılar Üniversitede okurken kantinde sıkıştırılıp alnına silah dayandığını belirten 11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “Buna tabi ki her zaman dua ederiz o gün hayatını kaybeden arkadaşlarımızdan birisi çok rahat olabilirdik. Kaderimiz bizim böyle çizilmiş” diye özetledi: “Türkiye’nin en acılı yılları dediğim gibi üniversiteler işgal ediliyor. Üniversiteye giremiyorsunuz. Alnınıza silahların dayandığı dönemler bütün bu dönemler bu hepimize olmuştur. Benim de kantinde kıstırılıp alnıma silahların dayandığı dönemler arkadaşlarımızın halk mahkemeleri adı altında tırnaklarının söküldüğü dönemler…Bütün bunları acıyla doğrusu hissettiğimiz Türkiye’nin kayıp yılları olarak görüyorum. Bunun acısı bunu yapanlarda bunu yurtseverlik adına yapıyorlardı. Onlar şahsi çıkarları içerisinde değillerdi. Böyle bir gençlik vardı o zaman. Buna tabi ki her zaman dua ederiz o gün hayatını kaybeden arkadaşlarımızdan birisi çok rahat olabilirdik. Kaderimiz bizim böyle çizilmiş.” Türkiye’nin kayıp yılları Öğrenci olaylarını Türkiye’nin kayıp yılları olduğunu belirten 11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bütün bu kavgadan dolayı neticede maalesef 5 bine yakın üniversite gencinin kayıp edildiği bir ortam…Bu doğrusu bu çok acı. Her zaman ben Cumhurbaşkanı olarak geçmişe baktığımda bu yılları çok acıyla hissederim. Çünkü en çok yaptığımız iş derse gitmekten çok arkadaşlarımızın cenazelerinin kaldırmaktı. Biz kaldırırken diğer gurupta aynı şekilde cenazelerini kaldırıyordu. Böyle bir Türkiye idi. Maalesef, kayıp ve üzüntülü yıllar olarak görürüm” diye konuştu. Başörtüsüne  Çözüm Üretme Telaşı Üniversite okuma hayali elinden alınan  Hayrünnisa Gül; eşinin konumundan dolayı başvurusundan vazgeçmişti. Abdullah Gül, Merve Kavakçı’nın başörtüsü ile TBMM’ye girmesinin yolunu “anneanne sitili” ile  bulmuştu. “Merak Edilen Kızlar” kitabımda yer alan bilgide Kavakçı, Milletvekili adaylığının açıklandığı gün Washington Post Gazetesi’ne vereceği mülakat öncesi, dönemin FP Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül’ün ilginç bir teklifiyle karşılaşmıştı. Teklif, başörtüsünü/türbanın örtüş biçimidir. Gül, Kavakçı’dan, başını MHP’li Nesrin Ünal gibi örtmesini ister. Daha doğrusu anneannemiz gibi. Kavakçı, Sabah Gazetesi’nden Balçiçek Pamir ile yaptığı röportajda olayı şöyle anlatır: - Problem değil, aslında bir teklifti bana getirilen. Dediler ki röportaj­dan önce, “Türbanını başının altından, başörtüsü gibi bağlasan olmaz mı?” Yani hani anneannelerimizin bağladığı gibi, çene altından. Kim dedi? - Abdullah Gül. Ben tabii çok şaşırdım ve güldüm geçtim, kabul etmedim. - Aslında bu sizin için partinin görüşleri anlamında önemli bir ipucu değil mi? - Galiba öyle ama ben yakalayamadım. Ben sadece o anda bana yakışmayacak bir tarz bu diye düşündüm.

  Gül: İslam’a Aykırı Kanunları Ayıklacağız

  Abdullah Gül 1995 yılında, Türkiye’de açık-gizli bir İslam düşmanlığının yapıldığını belirtiyor ve buna örnek olarak “başörtüsü düşmanlığı” yorumunu yapıyordu. Gül’ün iktidara gelişlerinde vaadi ise şu şekildeydi: “İnancından dolayı kimse ‘discrimination’a uğramayacak” . “Merak Edilen Kızlar” kitabımda yer alan bir röportajı hatırlatacağım şimdi de: Abdullah Gül, RP’nin Genel Başkan Yardımcısı olarak 1995 seçimleri öncesi Milliyet Gazetesi’nden Nilgün Cerrahoğlu’nun sorularını cevapladı. - Hayat tarzı, ahlak anlayışı, sosyal düzen değişiklikleri, yapmak istediğiniz anayasa değişikliğine yansıyacak mı? - Baştan kesinlikle yasaklayıcı olmayız. Zorlama yok bizde. Ama biz Türkiye’de bir yasakçı zihniyetin olduğuna inanıyoruz. Türkiye’de açık - gizli bir İslam düşmanlığı olduğuna inanıyoruz. - Nasıl algılıyorsunuz düşmanlığı? - Başörtüsü örneğin... - Camiye, Ramazan’a, Kur’an okuluna kim mani oldu ki? - Düzen Türkiye’de İslamı caminin içine hapsetti. Biz İslami hayat tarzı olarak görmek istiyoruz. - Menderes’in dediği gibi, “Türkiye’de İslam’ın neye uygun olduğu değil, neyin İslam’a uygun olduğu” mu tartışılacak? - Evet tabii. - “Zor kullanmak, kullanmamak” tartışmasını özetliyor bu. Anlamı, “Türkiye’de İslama uygun olmayan şeylere izin verilmeyecek” demek. - Aydın Menderes, onu söylerken şunu söyledi: Daha önce bizim konuştuğumuz bir konu vardı. Cuma namazı meselesi. Müslümanlığın bir inancı var, onun böyle olması gerekiyor. - Başörtüsü, cuma namazı, başka ne değiştireceksiniz? - İnancından dolayı kimse discriminationa uğramayacak. Orduya girerken subayların karılarının, kızlarının fotoğrafları isteniyor. Bunları kaldıracağız. - Yani “Şeriat” mı istediğiniz? - “Şeriat’ı, tanımlamak lazım. - Tek tanımı var. - İslam dini genel prensipler, kurallar koymuştur. Esnektir. Zamana göre, devreye göre yönetim şekilleri değişebilir. Fakat eğer insanlar “Ben Müslümanım” diyorsa, inançlarına göre yaşamak zorundadır. Ama başkası bunu istemiyorsa, o kendi bileceği iştir. - Bu nasıl olacak?  - Şeriat kanunları deyince yanlış imajlar ortaya çıkıyor. - İmajı sormuyorum. Önce tanımı koyalım, sonra yorumu yaparız. - Bir sürü kaideler var. Bunların Şeriatla ilgisi yok ki. Mesela trafik, ticaret hukuku... - Perakende de sormuyorum. Sizden temel çizgi istiyorum, iki şık var: Şeriat mı, Batı’dan alınan hukuk düzeni mi? - Bu tanımlar sorunuzun karşılığını vermiyor da ondan. - Demokratikleşme istemek, demokratik bir anayasa istemek başka şey, laik sistemi tartışmaya açmak başka. İki ayrı konuyu birbirine karıştırıyorsunuz. - Bunları terminolojilerle konuşmak yanlıştır kanaatindeyim. - Başka nasıl konuşacağız? Demokrasi açıklık rejimidir. Siz açık değilsiniz. - Artık saklanamaz gerçekler var. İslamın yalnız ahireti değil, dün­yevi düzeni de içerdiği bir gerçektir. Ben bir Müslüman’ın ve buna inanıyorum. - Tercihiniz Şeriat öyle mi? -Türkiye’de geçerli kanunlar arasında, İslama aykırı olan da var, olmayan da. Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Halka bu imkanı vereceğim. Bunları söyleyen ve Büyük Doğu Mektebi’nin dava adamı olma hedefindeki Abdullah Gül’ün açıklamaları şu şekilde. (“Erbakan’ın Kürtleri” ve “Mücahit Başbuğ” kitaplarımda yer alan sayın Gül’ün Kürt sorununa yönelik açıklamalarını da buraya eklemek gerekli idi.) . Şimdi sormak hakkımız değil mi? Bu sözleri söyleyen  Abdullah Gül, Abdullah Gül değil mi? Gül, düşman safında sayılır mı ?Günah işlediğini belirttiğiniz, suçladığınız kişinin tevbesini bilmiyorsanız veya farkında değilseniz, bir de görmezlikten geliyorsanız ne diyeyim ?Hele yemeğin üzerinde baharat gibi ekstra lezzet katsın diye İslam’ı yorumlamalarınız dikkate alınırsa günah/sevap kavramlarının da içinin boşaltıldığı görülmeli.  Benden söylemesi: Camdan eviniz varsa kimsenin evine taş atmayın !    

Yazarın Diğer Yazıları