Fehmi Çalmuk

FETÖ, AK Parti'ye Paradan Taktı, Şike Kumpası Yaptı

Fehmi Çalmuk

 
Bir yazar, bir fikir işçisi, eski bir İmam Hatip Başkanı olarak gittiğimiz toplantılarda; 28 Şubat’ı, İmam Hatipler’e yönelik kapatma ve katsayı uygulaması gibi baskıları, başörtüsü yasağını anlatmakta zorluk çekiyordum. Bir masal edasında anlaşılan ve hayatın içinde büyüklerin avcı ve askerlik hatıraları gibi dinlenilen zorluklar, hayatın içinden olduğu kadar ‘geçmiş zaman ağıtlarıydı’. Yeni nesil ile aramızda kurabildiğimiz rabıta futbol veya “adamı olan giriyormuş/ yapıyormuş/atanıyormuş” gibi işe girme ve tayin istekleriydi. Ancak 15 Temmuz bu gençlik açısından; Rahmani bir persfektifle “İlmel Yakin”, “Aynel Yakin” ve “Hakkal Yakin” gerçeklikle yüzleşme oldu. Şimdi bu temelin üzerine bina çıkılacak. Bugün ne olduğumuzdan daha ziyade, nerede durduğumuz, kiminle olduğumuz büyük önem arz ediyor. Biz kaldığımız yerden olayları aktarmaya devam edelim. Yıl: 2010… Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı gibi bir çok Anayasa değişikliği 12 Eylül günü referanduma sunuldu. Gülen, "İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda 'Evet' oyu kullandırmak lazım. Ben zannediyorum kalkarlar da" diyordu. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun üye sayısı "7 asıl 5 yedek" üyeden "22 asıl 12 yedek" üyeye çıkarılırken F. Gülen cemaati yargıda bağımsızlığını ilan etti. Hakimler savcılar değişti. Bakanlar bile hakim savcı atarken, tayin ederken cemaatten tezkiye istemeye başladı. Bu yalnızca yargıda değildi. Ekonomi yönetiminden Hazine’ye dış ticaretten dış politikaya kadar her alan cemaatin belirlediği bürokratlara teslim edildi. Hükümetin para hortumları cemaate akmaya başladı. Gireceğiniz ihalede bile cemaat akreditesi gerekiyordu. “Ne istediler de vermedik” sözü bu dönemi anlatır. Yıl 2011… Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlıkta kimi bakanları cemaate verdikleri destekler, maddi çıkarlar için azarladığı hatta tokat attığı konuşulmaya başlandı. Haziran ayında yapılan genel seçimler Erdoğan için 2002’den bu yana girdiği seçimlerden farklıydı. İlk kez başarısının altında yalnızca ve yalnızca kendi imzası vardı. Başarısına kimseyi ortak etmedi. Cemaat ile ilişkileri yavaş yavaş soğutmaya, bürokrasiyi dizginlemeye kararlıydı. Aldığı yüzde %50’e yakın oy Erdoğan’ın düğmeye basmasına neden oldu. Artık bürokrasi üzerinde yapılan zaaf analizinin gereğini yerine getirme zamanı gelmişti. Cemaat gazeteleri Erdoğan’ı eleştirmeye de başladı. Ancak Başbakan Yardımcılığına Bülent Arınç getirildi. Cemaat ile direkt ilişkili olan Arınç’a kamu adına yayın yapan kamu kuruluşları Basın Yayın ve Vakıflar Genel Müdürlüğü verildi. Kadrolaşma had safhaya ulaştı. 4 Temmuz 2017 tarihli “Recep Tayyip Erdoğan’ı anlamak…” başlıklı yazımızda şu hususlar belirtiliyordu: “15 Temmuz’da "Silahlı terör örgütünün Fethullahçı olduğunu o gece öğrendim, bana ahmak diyebilirsiniz" diyen eski Başbakan Yardımcısının bu sözü 40 yıllık sızmanın başarısı mıdır ? Böyle bir dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceden “adanmış kadrolar” deyip arkasından metal yorgunluğundan bahsetmesi kendisine, kadrosuna “şer” değil “serbülentlerin” lazım olmasındandır. Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisi iken bir öğrenci liderliği seçiminde Basın Yayın’da okuyan bir öğrenci yüzünden seçimi kaybettiğinde Ankara MTTB’ye takılan, 1969 yılında kurulan Milli Nizam Partisi’nin gençlik kollarında görev alan biridir eski Başbakan Yardımcısı… O öğrenciyle ilgili “MTTB’nin çay ocağındaki çayları piyasada satmak” iddiasını eski Ülkü Ocakları Başkanını ziyaretinde dile getirir. O’nu değil diğer adayı destekleyerek seçimi kaybettiren o öğrenci ile yıllar sonra yeniden kavga eder. Ünlü “parsel” kavgasıdır bu… Elbette konumuz bu değil. Erbakan’ı yeni parti kurmaya neredeyse mecbur eden Nurcu’ların önde gelen isimleri Ahmet Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu’nun yanı başındadır. Abisinin etkisi, İzmir Kestanepazarı sohbetleri Fethullah Gülen’in 1963 yılında kurduğu Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nden sonra ilk örgütlenmesi olan Türkiye Öğretmenler Vakfı’nın “58” nolu sıradaki kurucusu olur. Vakfın en ünlü faaliyeti Sızıntı Dergisi’ni çıkartmaktır. Şubat 1979’da basılan birinci sayısının kapağındaki ağlayan sarışın mavi gözlü erkek çocuğu fotoğrafının ünü derginin önüne geçer. Dergide işlenen bitki, böcek konuları ileride hoş görü altında Türkiye’yi “hoş köre” çevirmek için yetip artmıştır bile… Unutumadan Gülen’in "Biz cemaati iki deli, bir veli ile kurduk" dediği 3 isimden biri olan Ak Parti’de İzmir Milletvekilliği de yapan İlhan İşbilen’in İzmir’de ev arkadaşıdır. Komünizmle Mücadele Derneği Türkiye’de ilk kez İzmir’de kurulur. Kurucular arasında Muzaffer Koru’da vardır. Yalnız üzerinde durmak istediğim konu; Türkiye’nin kuruluşundan sonra dahil olduğu, ancak üye olana kadar psikolojik bir hazırlık dönemi geçirdiği NATO’nun kuruluş anlaşmasında yer alan gizli bir maddesidir. Arthur Rowse’nin 1994 yılında kaleme aldığı “Gladio: İtalyan Demokrasisini Parçalamak İçin Gizli Amerikan Savaşı / Üç Aylık Gizli Eylem” kitabında da belirtilir. Gizli maddeye göre bir ulusun NATO ittifakına katılabilmesi için öncelikle gizliliğin esas olduğu, sivil kadrolar aracılığıyla “komünizmle mücadele edecek bir ulusal güvenlik otoritesi kurması” şarttır. Vatikan destekli CIA stratejisi ile kurulan “Komünizmle Mücadele” dernekleri örtülü operasyonlar için bulunmaz bir nimettir. Fethullah Gülen 25 yaşında askerken hava değişimi için geldiği Erzurum’a ele boş gelmez. İzmir’den tüzük getirmiştir. İkinci dernek kuruluşu yaptığını Latif Erdoğan’a anlattığı “Küçük Dünyam” kitabında önemli isimler gündeme gelir. Esad Keşşafoğlu adlı bir “üsteğmenden” de söz eder… Seferberlik Tetkik Kurulu'nda görev yapmış olan Esad Keşşafoğlu “kontrgerilla eğitimi almış” ilk subaylar arasındadır. Yanındaki yedek subay Mehmet Şevki Eygi’dir. İki kişi daha vardır o dönemde Keşşafoğlu ile yakın temasta olan. Biri çocukluk ve Kurşunlu Medresesi’nden arkadaşı M.Nuri Yılmaz diğeri Cemalettin Kaplan’dır.” Yıl 2011… Aynı yılın Aralık ayında Başbakan Erdoğan rahatsızlanmıştı. Kimine göre bağırsak kanseri kimine göre zehirlenmiş bu nedenle ameliyata alınmıştı. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın 100 milyarın üzerindeki hava savunma sistemi, helikopter ihalesinde kıran kırana bir mücadele vardı. Aziz Yıldırım, Amerikalılar’ın F. Gülen cemaatiyle işbirliği içinde olmasına karşı İtalyanlar ile konsorsyum kurarak ihaleye girdi. 44 milyar dolarlık ihale Yıldırım’da kalınca tarihi şike davası patlak verdi. TBMM’den geçen şike yasasını Abdullah Gül veto etmiş, cemaat adına Bülent Arınç, Hüseyin Çelik ortaya çıkmıştı. Şamil Tayyar, “Meclis olarak spordaki Ergenekon’a, İstanbul dukalığına ve spor mafyasına yenik düştük. Bir milletvekili olarak tüm Türkiye’den özür diliyorum.” derken Bülent Arınç “Tekrar getirmeye cesaret edemezler” diyerek Erdoğan’ı ve partisini tehdit ediyordu. Daha sonra şöyle günah çıkaracaktı: “Tasarı olarak bu kanun Bakanlar Kurulunda konuşulsaydı ben kendi görüşlerimi söylerdim ve çoğunluğa uyarak onaylardım. Ama bu, grup başkanvekilleriyle gelmiş bir yasa. Bu kanun sürecinde benim bir tek hatam var, büyük bir hata... Kendimi affedemiyorum. O da şu; Ben bu kanunu bir kez daha gündeme getiremezler, cesaret edemezler dememeliydim. Ben yıllarca bu Meclisi Anayasa Mahkemesine karşı savunmuşum. Ben yıllarca bu Meclisin yasama yetkisini savunmuşum. Ama bu sözüm yanlış yere gitmiş, düşünememişim.” Şike davası parti içindeki cemaat ve Erdoğan yanlıları arasındaki mücadelenin gün yüzüne çıkmış haliydi. Erdoğan’ın hasta yatağında olduğunu bile bile Arınç, yardımcılığını yaptığı Başbakan’a "Ben Tayyip Erdoğan'a biat etmemiş bir adamım. Ben Erbakan Hoca'ya biat etmedim, edilseydi, ona ederdim" diyordu. Halbuki Ak Parti kurulurken Erbakan’ın “Erdoğan’a hiç şefkat göstermedi. Aslanım civanım diye” övüyordu. 28 Aralık Türk Hava Kuvvetlerinin, Şırnak'ın Uludere ilçesi yakınlarındaki Irak topraklarında F-16 savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Kürt kökenli vatandaşın hayatını kaybetmesi olayı cemaatin hükümete yönelik salvolarından biriydi. Önce Amerikan’ın istihbarat verdiği Genelkurmay’ın bunu dikkate almadığı belirtilse de İçişleri Bakanı, Recep Tayyip Erdoğan’ın İmam Hatip’ten okul arkadaşı, İstanbul Belediyesi’nden bu yana sır katibi İdris Naim Şahin cemaat adına sahnedeydi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Kasım 2014'te düzenlediği bir basın toplantısında şöyle diyordu: "MİT tarafından gönderilen yazılar ve üst düzey MİT görevlisi tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri telefonla bizzat aranarak, Bahoz Erdal'ın hudut hattını geçmekte olduğu bildirilmiştir. Silahlı Kuvvetler'in yetkilileri, bilginin doğru olup olmadığını defaatle sormasına rağmen, MİT yetkilisi ısrarla bilginin doğruluğunu teyit etmiştir. Sonuçta, MİT'ten gelen birden fazla resmî istihbarat raporları ve telefon bilgileri üzerine maalesef Uludere olayı yaşanmıştır.” Yıl 2012… Oslo’da Başbakan tarafından görevlendirilen MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve devlet görevlilerinin terör örgütü PKK yetkilileriyle yaptığı görüşme beş yıl sonra savcıların harekete geçmesine neden oluyordu. Şubat ayında Müsteşar Fidan ve 4 MİT görevlisi için "gözaltı kararı" çıkartan cemaat savcıları, İstanbul'daki bölge başkanlığına polisi gönderdi. Başbakan Erdoğan ise ikinci ameliyatını erteleyip devletteki krizi bizzat yönetti. Fidan günlerce Başbakan’ın makam arabasında gezdirildi. Aslında Erdoğan’ın ameliyatında faydalanıp MİT Müsteşarını içeriye almak bir bürokratik darbe girişimiydi. MİT Müsteşarının işkence altındaki ifadeleriyle Başbakan Erdoğan vatana ihanetten yargılanacaktı. Ancak daha önce sızdırılan Oslo görüşmeleri için “Fidan’ın gelecekteki başbakanlığını cemaat yaktı” sözü dilden dile dolaştı. Yıl 2012… Erdoğan Haziran ayında katıldığı Türkçe Olimpiyatlarının kapanış töreninde Fethullah Gülen’e yurda dön çağrısı yapmıştı: "Gurbet hasrettir. Hasret bedeli çok ağırdır, faturası çok ağırdır. Biz, gurbette olup, şu vatan topraklarının hasreti içerisinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Gurbet aynı zamanda garipliktir. Zaten oradan anlamını yükleniyor. Onun için de biz garipliğe tahammül edemeyiz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz. Doğrusu ben şu andaki tavrınızla hep birlikte bu hasretin bitmesini istediğinizi anlıyorum. Öyleyse bitsin bu hasret diyelim." Gülen ise korkuyordu. Türkiye emin yer değildi. Tutuklanacağı korkusu sarmıştı. Erdoğan’dan korkuyor, çekiniyordu: “Türkiye emin, böyle güvenlikli bir yer değil dolayısıyla başıma gayile açarım, dert açarım başıma. Arz edeceğim şeyler böyle yakışıksız şeyler olabilir de ben hiç bir zaman böyle başıma dert açacağım mülazası yaşamadım yani. Fakirin bileceği şey gittiğimde oraya birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar vermek suretiyle idareyi zor durumda yüzde bir ihtimalle bırakacaklarsa şayet, Türkiye'deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için daussıla deyip sıla sevdasıyla kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak burada kalacak, yaşayacağım." Yıl 2013… Başbakan Erdoğan 2012 yılının Şubat ayında Milli Eğitim Bakanlığı için dönüm noktası olarak nitelendirdiği Fatih Projesini hayata geçirmişti. Erdoğan ''Kara tahta kavramını artık tarihin tozlu raflarına kaldırıyoruz'' derken öğrencilere tablet bilgisayar dağıtacaklarını söylüyordu. Erdoğan’a göre “Eğitim kimsenin tekelinde değildi” Milli Eğitim Bakanlığı 10 milyon 600 bin adet tablet bilgisayar alımı ihale sürecini başlatmıştı. Bu 8 milyar dolarlık bir rakamdı. İlk tablet ihalesini General Mobile adına Telpa şirketi aldı. Orta öğretimde 9. sınıftaki öğrenci ve öğretmenlere dağıtılmak üzere açılan 675 bin adetlik tablet bilgisayar ihalesi için Telpa 409 milyon lira önerdi. Vestel ise ihalede 303,7 milyon liralık teklif ermesine rağmen elendi. Hükümet ile cemaat arasındaki kriz de böylelikle patlak verdi. Daha önce akıllı tahta ihalesinde yaşanan kriz bu kez tablet ihalesinde oluyordu. Zaman’ın köşe yazarı Mehmet Kamış zehir zemberek yazı yazarak ihaleyi, bakanlığı ve hükümeti sert bir dille eleştirdi. Kamış “Türkiye’deki her şeye bir kişi karar veriyor ve o verilen kararın hukuka, adalete, devlet geleneklerine uygun olup olmaması gözetilmiyor. Bütün büyük ihaleleri dar bir işadamları kadrosunun aldığı, ne ihale kanununun, ne şeffaflık ilkesinin, ihale verilmesinde hiçbir önem arz etmediği bu süreç, Türkiye’yi büyük bir kazaya doğru sürüklüyor.” şeklinde suçlamada bulundu. Cemaat 8 milyar doları istiyordu. Artık kavganın fitili de ateşlenmiş oldu. Milli Eğitim’e ilişkin ikinci adım Erdoğan’dan gelecek, dershanelerin okula dönüştürme projesi hayata geçecekti. Cemaat de boş durmadı. Halkı isyana teşvik edip, ekonomiyi sarsmayı planlıyordu. 1960 darbesinin yıldönümü 27 Mayıs’ta İstanbul Gezi Parkında iş makinaları ağaçlara doğru hareket ederken Türkiye Cumhuriyeti bir sokak darbesiyle karşı karşıyaydı. Polis Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisine çıktığı 15 Haziran günü Gezi Parkına baskın yaptı. Çadırları yaktı. İçişleri Bakanı “emri kimin verdiğini” araştırıyordu. Cemaatin , Erdoğan’dan intikam alma vakti gelmişti. İstanbul merkezli bütün yurtta başlayan eylemlerde ikisi polis 10 kişi hayatını kaybetti. Yeşili koruma adına başlayan eylemler ifade, basın ve internet kullanımı, alkol tüketimi, kürtaj, televizyon, Suriye'deki iç savaş gibi konularına kaydı. Başbakan vekili ise Bülent Arınç’tı. Vekil sıfatıyla Gezi platformunu kabul etti. Arınç, platformun “Başbakan iç savaşı çağrıştıran ve topluma hakaret anlamında bir takım ifadelerde bulunmuştur.” sözlerini de, “3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, AOÇ ve HES'ler olmak üzere ekolojik değerlerin talan edildiği” iddiasını da kabul etti. Arınç; "O ilk olayda, çevre duyarlılığıyla hareket edenlere karşı yapılan aşırı şiddet gösterisi yanlıştır, haksızdır. O yurttaşlarımdan özür diliyorum.” diyordu. Arınç talep listesini Erdoğan’ın emriyle aldığını belirtmesi krizin başlıca nedeniydi. Erdoğan artan eylemlere karşı yurda dönerken AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, “Ak Partiye gönül verenlere sesleniyorum. Hiç kimse durumdan vazife çıkartıp gidip Başbakan'ı karşılamasın. Sayın Başbakan'ın böyle bir şeye ihtiyacı yok. İstanbul teşkilatımızın da böyle bir şeye ihtiyacı yok. Varsayalım ki iki grup karşılaştı. Hiçbir para pul falan bir insanın hayatına değmez. Siyaset vatandaşın mutluluğunu en üste çıkartma sanatıdır” açıklamasında bulunuyordu. Erdoğan ise Gezi olayları bahanesiyle faiz lobisinin faaliyette olduğunu belirtti: “Faiz lobisine rağmen buralara geldik. Bu faiz lobisi şu anda borsada spekülasyonlara girmek suretiyle bizi tehdit edeceğini zannediyor. Şunu bir defa çok iyi bilmeleri lazım; bu milletin alın terini onlara yedirtmeyeceğiz. Bir bankanın genel müdürü çıkıp da bu vandalizmi organize edenlerin yanında olduğunu söylüyorsa bunlar karşısında bizi bulacaklardır." Dönemin İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tutuklandı.
 

Yazarın Diğer Yazıları