Fehmi Çalmuk

Kızım Anne

Fehmi Çalmuk

Gadasını aldığım...Bilmem kaç kere 'anne' diye bağırarak koşan bir çocuğun yerinde olmak istedim. Anasını yudumlarken kollarıyla, kokusunu miski amber gibi içine çekerken, anamın kokusunu hayal ettim. Ellerinin arasına girmeyi, parmaklarında kaybolmayı denedim. 'Anne' diyerek derinden, ciğerimden sökün gelen özlemi başıma dikip, bir yudumda içmek istedim. Çocuk ciğer gibi annesine, annesi can gibi sarılırdı çocuğuna. Can ciğer kuzu sarması gibi her zaman taze, her zaman içiçe...Anne baktı mı çocuk, çocuk baktı mı anne akardı. Her annenin kokusu farklı mıydı ki ? Her anne, anne gibi kokardı balasına.. Gadasını aldığım...Çocuk koştu mu telaşla, şefkatle ciğerinin içine soktu mu anne; cihan dururdu... 'Anne' diyebilmek vardı. Bir nefes, iki hece...Anlatımı hayat hikayelerinin menbaasıydı. Sen de yüzyıllar, ben deyim bin yılların hayat kaynağı...İnsan oydu...Sahi biz insanoğlu değil miydik ! Gözlerimi açmazdım inadına. Anama sarılırdım. Alnıma bir öpücük kondururdu. Saçlarımın telini öperdi. Nefesi nefesime karışırdı. 'Anne' derdim; Anne...'Can kafesinin içinde yaşayım' derdim. Açmazdım gözlerimi. Konuşmazdım. Kulaklarımda aynı okşamayı duyardım. “Kubuşum, balam...” Kahrolası  o anın gelmesini hiç istemezdim. Gözlerimi açtığımda ya O’nu karşımda göremezsem, ya nefesini ciğerimde solumazsam ? Ya ellerimi  ellerinde yoğuramazsam ? Korktuğum olurdu. Katran karası geceye esir düşmeden, kurtların ulumasına bile aldırmadan, zulasında kimin ne taşıdığını umuruma bile yaklaştırmadan daha kötüsü olurdu. Hayallerimden uyanırdım...Yakarırdım: Hayallerimi sen koru Allahım ! Anasının elinden tutup uzaklaşan, ufuklarda sırra kadem basan çocuğa bakakalırdım. Ellerim bomboştu. Gözlerim yağmurdan arta kalan damlalara boyun eğmişti çoktan. Yanım, uldam, bağrım, sağ yanım, sol yanım boştu benim. Ben benle kalmıştım. Anneyi sılaya salmıştım, sılayı ana diye bağrıma basmıştım. Sahi ya, benim anam yanımda değildi ki ! Çocuklara imrenmiştim. Hayaller avutup, masallar uydurmuştum bencileyim. Sahi benim anam yoktu ki ! Sabiyken meleklere kaptırıp, arkasından hüznün dumanlarında aradığım anam yoktu ki benim...! Saçlarımı yolduran bu anın ardından bakmanın bile insanın kanını kaynatığını iyi bellemiştim. Önümüze çıkan ilk hayale, gözlerimin gördüğü, kulağımın işittiği bir kelimenin ardından yürek akıtmanın, sonunu bildiğin filmi en baştan yeniden seyretmek olduğunu iyi bilirdim. Ancak ne fayda? Söz dinletebilmek mümkün de değildi. Zaten benim de böyle bir niyetim olmadı hiçbir zaman. Benim anam yoktu. Başkalarının analarına gıpta ile bakmayı bile özler olmuştum. Uyuyan sabiydi. Süt kokan pamuktan elleri, yumuk gözleriyle bir sabi...İlkin kokladım, mis gibi rahmet kokuyordu. Mis gibi anne.. O benim kızımdı. Can kuzum...Annem desem kızar mıydı ? Adı anama benzesin bahtı meleklere emanet diyerek, yaratanın ismi celallerinden birini ilk isim olarak koymuştum. Annesinin kollarında, cennetlik Ahmet Babamın ezan sesiyle tanışmıştı. Hikmet Nazlıcan... O benim  annemdi, O benim kızım. Ya ne edeceksin ben O‘nun oğlu değildim. Vallaha ben O’nu “annem” diyerek sevecektim. Sevgiyle başladı, şefkatle devam etti muhabbetimiz. O’nun parmakları arasında oyunlar oynardım. O’nun gözlerinde çocukluğumu yaşardım. Geceleri uyandırmadan anneyi, su içme seansları yaptık. Ta ki sütü “bıı” diyerek istemeyi bırakana kadar. Çocukta var olan rahmete bulanmayı, şefaatine nail olmayı, merhametiyle her dem olmayı denedim. Kimi geceler kapının pervazına dayanıp gizlice seyrettim canı...Benim annem, hem de kızım...Ama oğlu değildim, bunu iyi bilirdim. Dili döndüğünde kelimelere, imasından kelime türettiğimde siftah yaptık. Artık oyun oynuyorduk. İki kişiydik. Annesini bile almadan aramıza, O’nunla benim oyunuydu .O benim annemdi, ben onun oğlu...Ben ona “anne” diyecektim O bana oğlum. Beni bağrına basacaktı. Başımın gövdesi kadar olduğunu bile aklıma getirmeyecektim. Kolları kulaklarıma ancak yetişiyordu. Hiç mi   hiç aldırmayacaktım. -Anne ! -Oğlum ! Sarıldık. Koklaştık. Adım “beemii” olmuştu. Varsın olsun, Anam böyle diyordu ya, öyleydi artık. Eve geldiğimde 'anne' diye sarılacağım bir kızım vardı. Kızım anne...'Allah çarşımıza pazar versin' diye dua ederdim. İşim gücüm, derdim, tasam oydu artık. Anamın adı ağzımın tadıydı. Çaktırmadan anasının gözlerinin içine bakardım, korkarak... Sitem edip, boynunu büker miydi ? Ben anam derdim, anasının ciğeri gülerdi. Ciğerime çektiğim  sigarayı bile aramaz olmuştum.. Anamın öldüğü gün, ölüm haberinin evimize ulaşmasından saatler sonra ilk paketimi almıştım. Dumanı ciğerimde hissettim. Öksürecektim, dumanla ağzımı kapattım; yüreğimin ağlaması duyulmasın diye. Küçüktük ya; başımı okşayan okşayana...Teselli edecek kelime o kadar sınırlıydı ki ... Sahi ne diyeceklerdi öksüzlere....? Bir söz duyuldu, belli belirsiz. Kimin ağzından çıktığı belli olmadan, manasını bellemeden, bilmeden...Bu söz imdadına yetişti koskoca adamların.... Artık söylenecek söz bulunmuştu. Sahi ya öksüzler bakalım bundan anlar mıydı ? Eve gelenin, evden çıkanın da  ağız birliği etmişcesine ifade etme mecburiyetinde olduğu bir sözdü bu: -Mukadderat ! Acep mukadderat neydi ? Kimin nesi, kimin fesiydi ? Giden anamı geri getirmeye mukadderatın gücü yeter miydi ? Daha on üçünde, çocukluktan çıkamamış, o yaşına kadar milletin adını bile bilmediği hastalığın el ense çektiği combanın tek sorusu ve tesellisi bundan başka ne olabilirdi ki?...Ağızlardan çıkan sözün bayatlamadığı, gözyaşlarının rüzgara karşı direnemeyip üşüdüğü bir anda ölümün soğuk yüzünü birazdan göreceğinden habersizdi. Hep bir ağızdan sözleştiler: -Haydi hastaneye gidip cenazemizi alalım ! Benden üç yaş büyük ağabeyimle aynı anda duymuştum bu sözleri...Göz göze geldik. Göz ucuyla üç yaşındaki kardeşimin gözlerine baktık. Burulduk. Haberi de yoktu, var olandan.  Zaten haberi olmayanın ağıtı da olmazdı. Bilmezdi ki anasının artık hiç olmayacağını. Ablama baktım. Kıyameti bugün kopmuştu. Hayallerini çeyiz sandığının içine kitleyip, anasını ahirete ısmarlayıp, evin küçük annesi rolünü oynamaya başlayacaktı artık. Büyük bir hastanenin kapısında, sora soruştura yolu bulmaya çalışıyorlardı. Biz de peşinden gidiyorduk, ne göreceğimizi bilmeden. Merdivenlerden indik, büyük boruların altından geçtik, arkamıza bakarak....Bodrum kat...Buz gibi odalar. (Mutfakta açıkta beklemiş kurban eti gibi koku burnumuzda dolanıyor.) Kapının rengi solmuş. Aralarında içeri girdik. Ortada bir masa. Masanın üzerinde beyaz örtü. Kenarından saçlar sarkmış...Aralarında yıldız sayarsın. Tanıdık ya saçlar. Siyah mı siyah...Masanın kenarından usulca saçlarının yanına sokulmak gerek. Nereden bilecektim ki, örtünün altında “mukadderat” denen gerçeğin olduğunu...Her an çıkıp gelecek gibi bir ümit, yüreğimde inadına inanmama yemini. Şimdi mukadderatla  yüzleşme zamanı. Soluk tutulmuş, göğüs kafesinde hapis. Vay vay... Örtüyü yalnızca kıvırdılar. Gördüğümü yorumlamama gerek kalmadan dayımın konuştuklarını dinliyorum, ezberlercesine: 'Beyin ameliyatı böyle oluyor' demek. Yatanın annem olduğunu görüyorum... (Alnı açılmış. İplikler belirgin.) Hasta ölümle buluşunca, ruh alemi berzaha gidince gerisini kim düşünecek ki zaten...Kocaman kocaman adamların, içlerini çeke çeke ağlamaktan bile korkan akrabaların arasından  yol bularak, dudaklarımı götürüyorum anneme... Bu benim annem. Ciğerim...Beni geri öpmedi bu kez. Elleriyle başımı okşamadı henüz...Başımı kaldırdım, dudaklarımı ileriye götürerek, kaşlarının arasından bir öpücük daha kondurdum. Bu benim annem... On üç yaşında bir çocuk ölümden ne anlar, mukadderatı nereden bilir  ? Cansız bir beden, nurlanmış bir yüz. Beyazla yarışan bir ten...Ellerini göğsünde birleştirmiş... Kıyamda teslim olmuş korkmadan, aldırmadan. Öksüzlerini bırakıp öksüzlerin sahibine kavuşmuş. Bağırabilir misin ? Baba neredesin ? Dayı, Amca nerdesiniz ! Biliyor musunuz annem ölmüş... Geride dört öksüz...Dante gibi ortasına gelmişken ömrün, 38'inde ecele yenilen Hikmet'in hikayesidir anlattıklarım. Ozon kokusuna talim edip biriktirdiği parayla yeni aldığı evine  elleriyle diktiği perdeleri asamayan Hikmet'in hikayesi bu...Kapısında günde kırk öğünlük yemek hazırlayıp, misafir ağırlayan Bekir Ağanın kızı. El kapısında dizlerini, ellerini parçalayan Hikmet'in hikayesi bu...Şehre göçmüş ağa kızının, düğünde sırf tozak giymek için köyünün yetim Mustafa'sına varmasının hikayedir bu...Gurbete çıkıp, Ankara'ya vardığında anasını, babasını, köyünü şahit tutup geleceğini söyleyen Hikmet'in hikayesidir bu. Sözünde duracak kadar yiğittir. Geleceğim demişse elbet gelecektir. Kim derse gelmedi diye; Sungurlu'da Harmanlar'daki Mezarlığa baksın...Saysın, baştan üçüncü mezar... Anne de iki hece, ölüm de...İkisi de gerçek. Biri doyulmaz sevda, diğeri dayanılmaz...Küçük parmaklarımızla ameliyat yerlerini diktik, alnını okşayarak ipleri temizledik parmak uçlarımızla....Sonra bir tabuta koydular annemi, beyazları giydirerek...SSK Dışkapı Hastanesi'ne bir otobüs getirdiler. Tabutu bagaja koydular. Ya ben yüreğimden hiç indirdim mi ki aşağıya?...Sungurlu'ya gidiyorduk. Koltuklara baktım, koltuğun üzerine çıkarak oturanları saydım. Tanıdıklar var. Akrabalar...Düğüne mi gidiyorduk, eksiğimize aldırmadan?...Babamın boynu bükük. Gözleri kanlanmış. Otobüsün önüne gidiyorum. Şoför kaseti değiştiriyor...Bağlamanın sesi geliyor derinden. Şoförün duyacağı kadar.  Beni çağırıyor. -Gel öksüz oğlan gel... Yine uzaktan bakan sen olma bu kez. Dışarı kar, kıyamet. Dağ başına yağan karmış bu kez...Uzakta bakan bu kez benim annem, el gibi bakan bu kez Hikmet'in öksüzleri...“Ben ölürsem saçlarını yolma leylim leylim”... derdin ya, yolmadan gayri çaresiz kalanların ağıtları karıştı bu kez. Dede evine, çatal kapının eşiğinde vardığımızda figanlar, ağıtlar.. Tabutu elden ele verdiler.  Dedemin bakışları altında en sağdaki odanın içine koydular. Kapıyı kilitlediler. Anahtarı dedeme verdiler. O bağrına bastı. Kızından arta kalan buz kesmiş demir bir anahtar. Baba yüreğinin kilidini de kilittler mi acep ? Gece nedir bilir misiniz ? Karanlık. Yer, gök, yürek karanlık...Ama bilirsin sabah olacak. Güneş çıkacak, karanlık gidecek. O ne ki ? Hikmet için karanlık olsa ne, aydınlık olsa ne ? O’nun gecesi bitmeyecek; ölümün soğuk yüzü, ölüm rengi çökmüş üstüne. Gece direndi bitmemeye, güneş direndi doğmamaya...Gözler kurudu. Ağlamaktan, dövünmekten derman kalmadı. Ağlayanlar yüreğini soğutmak için ara sıra bağrına bastı öksüzleri. Sardılar, sarmadılar. Gözyaşlarını akıttılar, saçlarına...Sanki hemen öksüzleri büyüteceklermiş gibi... Parmaklarıyla öksüzlerin saçlarını okşayarak topraklarını kardılar, öksüzlerin köklerine gözyaşı döktüler. Öksüzler sersefildi, şaşkındı, derbederdi.. Ortalık kar beyaz. Gönderecekleri meleğe hazırlanmışlar, kefen bezine bürünmüşler. Tandırın yanında kazanlar kurulmuş. Kiminde sular kaynıyor. İki adam musallaya benzer ağaçtan masa yapıyor. Çekiç sesleri umurumda değil, bizim öksüzlük alnımıza çakılmış artık. Tabutun çıkarıldığını görmedim. Omuzlarda  samanlığın  yanından tandırın önüne kadar götürdüler. -Cenazeyi yıkayacaklarmış! Ne cenazesi ya? Cenaze de ne demek ? Yeni bir kelime daha öğrendim. Ölüye “cenaze” denirmiş. Mukadderat, ölüm, cenaze...Vız gelir, tırıs gider artık. Annem olmadıktan sonra bilsem ne yazar, bilmesem ne ? Kefenlemişler göremedim. Yüzü açıkta. Alnına  pamuk koymuşlar. “Son bir kere görelim” diye diretmesek veda bile edemeyeceğiz öksüzler olarak....Kollarımla rahatsız etmeden, alnından öptüm gözlerimi kapatarak. Kokladım beyin kıvrımlarıma kadar. Bir daha öptüm. Yaşlı gözlerimle gözlerine baktım. Yaralı yüreğimle yüzüne. Bir daha göremeyecektim. Bir daha koklayamayacaktım. Bir daha parmaklarımın uçlarıyla tenine dokunamayacaktım. Gözlerimi kapattım. Alnına öpücük kondurdum. Annem çoktan uyumuştu. Nurdan melek annem, gözlerini kapatmıştı. Uyanmasın diye yanına kıvrıldım. Küçük parmakları  yüzüme değince irkildim. “Oğlun geldi annem” dedim fısıldayarak. Annem uyuyordu. Oğlu  annesinin yanındaydı. Annesi oğlunun yanında. Mezarlığa her gittiğimde yanına kıvrılıp uzanıyordum artık. Annem artık toprak olmuştu. Kızım anne, kocaman kız. Anne oyununu bir daha hiç mi ama hiç oynamadık.

Yazarın Diğer Yazıları