Fehmi Çalmuk

Saatleri Ayasofya'ya Ayarlama Zamanı

Fehmi Çalmuk

-Yazarımız Fehmi Çalmuk'un "Saatleri Ayasofya'ya Ayarlama Zamanı" başlıklı analizi www.esnafhabertv.com ile birlikte günlük yayınlanan Hürses Ekonomi gazetesinde 14.07.2020 tarihinde yayımlanmıştır- “Rabbim dilerse sular büklüm büklüm burulur  Sırtına Sakaryanın Türk tarihi vurulur” Der ya şair...Devlet kararıyla müzeden camiye dönüştürülen Ayasofya’nın sırtına şimdi tarihi olduğu kadar iç politikadan dış politikaya uzanan geniş, bir o kadar da ağır bir yük vurulmuştur. Bir yıldır Hürses ve www.esnafhabertv.com’daki yazılarımı takip edenler bilecekler ki “Projesini Projelendirdiğimin Projesi” adım adım hayata geçmekte, derin millet aklıyla devlet “Dini hayata” içte ve dışta yön vermeye devam etmektedir. Ayasofya’nın cami olarak açılma kararı, yaşı benim gibi 50’yi geçmiş, dini ve milli atmosfer içinde yetişmiş, geleneksel İslam’ı anlama ve yaşama telaşında olan bir nesil için önemli olduğu kadar sevindirici bir karardır. Yaşları 18-35 arasındaki nesil için ise “kuru kuru gadasını aldığım” kabilinden bir hamle gibi görülebilir. Heyecan ve sevinç emaresi bulunmayan gençliğe yönelik Ayasofya’yı anlatmak ancak ve ancak bir gelecek muhayyelesi olanların yapabileceği derin mefkure iştir. “Z kuşağına” sunulacak “Z raporu” 2023 yılına kadar yapılması gereken en önemli ev ödevidir. AYASOFYA, KIZIL ELMADIR Görünen olay Ayasofya’nın tekrar camiye çevrilmesidir. Ancak Yunus Emre’nin bakışıyla “meydanlar içinde merdaneler var” gerçekliliği unutulmamalıdır. Türkiye'de İstanbul'un fethi kutlamaları ile birlikte Ayasofya'nın ibadete açılması konusu gündeme gelmiş bu konunun öncülüğünü 1965 yılında genel başkanlığa gelen Rasim Cinisli beyefendi yapmıştır. Hatta o yıllarda Arif Nihat Asya'nın Fetih şiiri  MTTB öncülüğünde bestelenerek marş olarak okunmaya başlanmıştır Bu itibarla bu meşalenin yakılmasında Rasim Cinisli'nin ve fiili olarak Ayasofya'da ilk namaz eylemini başlatan İsmail Kahraman'ın büyük rolleri vardır Konuyu ele almadan önce Ayasofya kararının Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık mücadelesinin kilometre taşlarından biri olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmek isterim. Türk tarihine, Türkün ruh köküne ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık nedenine şaşı bakanların hiçbir şekilde kabullenmeyeceği bir gerçeklik olarak belirtmek isterim ki; Ayasofya Anadolu topraklarının kut almış çocukları için Kızıl Elma’dır. Necip Fazıl’ın deyimiyle “Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.” idi. Ancak bin yıl önceden kısrak başı gibi geldikleri Anadolu topraklarını merkeze alıp kıtalara adalet ve diriliş üfleyen bir nesil kalıcıdır ve inadına diriliş üflemeye devam etmektedir. Cumhur ittifakı kurulurken Yüksek Seçim Kurulu’na verilen ittifak beyannamesinde hedeflerini “İLAY-I KELİMULLAH” olarak belirten iki liderin yürüyüşü bir devlet kararı olarak tescillenmiştir. KARAR, DEVLET KARARIDIR Türkiye’de gazete ve televizyonlarda haber konusu var olan kutuplaşma üzerinden yaşanan/yaşatılan polemik siyasetin yaşama iksiridir. Ayasofya kararı ne kutuplaşma ne de bir polemiktir. Bu karar, “devlet kararıdır.” Bilinmedir ki; CHP’nin ve MHP’nin birlikte olmadığı, desteklemediği hiçbir karar devlet kararı değildir. Deniz Baykal’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkması yönündeki desteğini hatırlarsınız. TBMM’nin başörtüsü kararına karşı laikliğin yılmaz bekçisi CHP Anayasa Mahkemesine gitmemiştir. TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un Yassıada kararları konusunda verdiği kanun teklifinin hayat bulmasında CHP’nin desteği unutulmamalıdır. Ayasofya kararı da bu şekildedir. Yoksa 1934 yılında çıkan altında tartışmalı da olsa Mustafa Kemal’in imzası bulunan bakanlar kurulu kararının Danıştay tarafından yok sayılmasını CHP kabul etmez, yeri göğü inletirdi. Türkiye Cumhuriyeti 100. yılına girmeden yeniden şekilleniyor, yapılanıyor. Kurucu iradenin “Yurtta Sulh, cihanda sulh” ilkesi yeni baştan yorumlanıyor. Hükmeden, söz söyleyen ve yöneten bir devlet yapısına giriliyor. Bu süreç 100 yıllık tahkimatla  yapılıyor. Tahkimat kendisini Somali’de, Kosova’da, Afganistan’da Libya’da askeri varlığı ile gösteriyor. Askeri üsler kuruyor. Dünya coğrafyasında hükmedenlerin karar masasına giremezken şimdi sandalyesini çekip yerine kuruluyor. Masada olmak; karar vermek kurulan sehemden pay almak demektir. Türkiye Cumhuriyeti devleti karar vermişse içten ve dıştan gelecek sesler sivrisinek vızıltısından öteye geçmeyecektir. KARAR, DİNİ BİR KARAR DEĞİLDİR. Ayasofya kararı hiçbir zaman dini bir karar olmadı. Ancak sonuçları arasında en belirgin amaçlardan biri dindir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethinden sonra Ayasofya’nın camiye çevrilmesinde verdiği karar “dini karar” değildir. Kur’an-ı Kerim’in emriyle teminat altına alınan ibadethanenin dönüşümü “Kılıç hakkı” denen ve ulemanın içtihadıyla ortaya koyduğu hak olarak görülmüştür. Bu tarihe kadar İslam dünyasından görülmeyen bu gelenek Ayasofya üzerinden verilmek istenen “Siyasi mesajı” içerir. Elbette Mustafa Kemal’in Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesi kararı da siyasi bir karardır. Türkiye’nin Lozan anlaşmasında masaya oturmasındaki kimliği “İslam ülkesi” kimliği değil midir? Türkiye’nin dostu, düşmanına karşı Anadolu coğrafyasının koruma kalkanı içine almasına yönelik atılacak adımların bir tanesi olarak görülmesi gereken Ayasofya kararı, o dönemde jekoben laikliğin bir sonucu değil, jeostratejik bir öngörünün gereğidir. Mustafa Kemal, Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan’ı dizginlenmenin yollarından birini Ayasofya kararı ile bulmuştur. Daha bir yıl önce “Sultanahmet”i doldurun” diyen Recep Tayyip Erdoğan,  birden bire Danıştay üzerinden verilen kararla Ayasofya’yı ilk önce camiyi çevirdi. Ayasofya’yı Kültür ve Turizm Bakanlığı uhdesinden alıp Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’na devretti. Bu da siyasi bir karardır. Siyasi karar, yargı erkinin kararına dayandırmaktadır. Neden/sonuç ilişkisidir. Yoksa Erdoğan; bugüne kadar Ayasofya’yı keşfetmemiş, içinde namaz kılmayı arzulamamış değildir. Adım adım siyasi karar için algı yönetimi yapılmış, okunan Fetih Suresi’yle başlayan süreci iyi yönetmiştir. Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Doğu Akdeniz stratejine karşı Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın saldırgan ve tahrirkar, günahkar çocuğu Yunanistan’a karşı Ayasofya kararını devreye sokmuştur. Yunanistan’ı terbiye etmenin yolu böyle bulunmuştur. Yüzyıl önce “hasta adam” dedikleri Osmanlı topraklarına akbabalar gibi üşüşen Avrupa ülkeleri Türkiye’nin Ayasofya kararına Pandemi nedeniyle dermanı olmayan hasta durumunda yakalanmıştır. Unutmadan alınan siyasi kararda kilit rol MHP’nindir. Türkmen Beyi’nin Türkiye’nin beka önceliğiyle ortaya koyduğu ve Ak Parti’ye rağmen Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik “koruma ve kollama” görevi göz ardı edilmeyecek kadar önemli ve stratejik üstünlük sağlayacak önemli görevdir. LOZAN DELİNDİ. AZINLIK VAKIFLARINA KARŞI OSMANLI VAKIFLARI Danıştay’ın kararı hukuki temele dayandırılmakla beraber Cumhurbaşkanlığı makamının onayıyla siyasi bir kararının içinde önemli yer teşkil etmektedir. Zira ki Cumhuriyet dönemine ilişkin önemli bir siyasi bir adım Danıştay sayesinde atılmıştır. Gerekçeli kararı iyi okumuşsanız Cumhurbaşkanlığı avukatlarının davanın “ret edilmesi” görüşünün altını çizmişsinizdir. Danıştay 2010 yılında aynı talep ile yapılan başvuruyu ret etmişti. İki başvurudan biri AK Parti İstanbul Milletvekili Emin Şirin’di. Dava İdari Yargılama Usul Kanununa göre idari işlemlerin tebliğinden itibaren 60 gün içinde dava açılması gerekmekteyken 1934 yılındaki bakanlar kurulu kararı ilginç bir şekilde iptal edilmiştir. Devlet geleneği açısından sorgulanacak ve idare açısından da büyük sarsıntılara neden olacak bir karar olarak değerlendirilmektedir. Türkiye bu alanda sürprizlere hazır olmalıdır. Danıştay’a göre bu işlem idari değil düzenleyici işlemdir. Türkiye’nin 24 Temmuz 1923’de imzaladığı Lozan antlaşmasının gizli maddesi olarak nitelendirilen Ayasofya’nın müzeye dönüştürme kararı, 97 yıl sonra yeni bir gelişmeyi de beraberinde getirdi. Netice itibariyle Lozan delinmiştir. Danıştay kararının gerekçesinde Ayasofya camiinin vakfiyede belirtilen amacın dışında kullanıldığını belirtilmiştir. Bu karar 1936 yılında kamulaştırılan gayri müslim vakıfların durumu açısından önemli bir avantaj doğurmuştur. 2011 yılında çıkarılan kanun hükmünde kararname, azınlık vakıflarının 1936 yılından sonra edindikleri gayrimenkuller için hak sahibi olmalarının yolunu açmıştı. Bu karar yeni bir talepler silsilesini doğuracaktır. Ancak neyin karşılığı neyi vereceklerini inanın bizden daha iyi bilmektedir. Alacakları varsa verecekleri daha çok vardır. Lozan sonrası yapılan mübadele anlaşması Balkanlar’dan tutunda güneydeki komşularımızda vakıf/miras mallarının, arazilerinin yer altı ve üstü zenginliklerin Türkiye’ye iadesini gündeme getirir ki Ayasofya üstüne bu durum kaymaklı ekmek kadayıfıdır. HİLAFETİ YENİ BAŞTAN TANIMLAMAK Gelelim Ayasofya’nın ibadete açılmasının dini yönüne…Rahmetli Ömer Lütfi Mete Kurtlar Vadisi’nin metinlerini yazarken tarihe kayıt düşmüştü. Polat Alemdar’ın İhtiyarlar ile görüşmeye gittiğinde Cumhuriyet dönemine ilişkin söylenen şu sözleri hatırlar mısınız?: “Bir süre hakkaniyet içermeyen ötekiler yaratan sistemlere karşı durmadık. ‘Bizden size zarar gelmez biz sizin gibi olmak istiyoruz’ dedik.” Türkiye’nin Lozan sonrası ülkede yaptığının özeti olarak anlatılan bu sözlerden amaç “Anadolu’yu dünyanın kalbini korumak, zaman kazanmak”tır. Türkiye önüne konan ya komünizm ya da Gladyo’yu tercihine hiçbir zaman girmedi. Bu uğurda canlar verdi. Darbe yedi fakat boyun eğmedi. Mustafa Kemal’in halen açıklanmayan gizli vasiyetinde ki “hilafet” hayali yabana atılacak bir konu değildir. Cumhuriyet sonrası babadan oğula geçen saltanat kaldırılmış hilafet TBMM’nin manevi şahsiyetinde “mündeviç” haline getirilmiştir. Hilafeti koruyan ve kollayan Mustafa Kemal gerçeğini Türkiye’de Batı ülkeleri de hiçbir zaman unutmadı. Merhum Aytunç Antındal’ın 1980 yayınladığı ve Nutuk’da yer aldığını belirttiği projeye göre Mustafa Kemal şunları söylüyordu: “Bugün dünyada üç Müslüman ülke var, Afganistan, Türkiye, İran. İleride bunların sayısı artarsa kendi aralarında şura oluştururlar ve beş ülkeyi daimi yönetici olarak seçer ve bunların meclisleri rotasyon usulüyle hilafet makamını temsil eder” Tarihi dönemeçte Türkiye, tarihi misyonunu üstlenecek ve bu konuda adım atacaktır. Artık hitap ettiği kadar hükmedeceği topraklarda “Jekoben Laiklik”, ulus devlet modeliyle mengeneye sıkıştırılmış ulusculuk artık olmayacaktır. Bunlardan vaz mı geçecektir? Elbette hayır…Türkiye; “Nizam-ı Alem” ve cihan şümül gibi yeni bir dönemde “Cihanda Adalet” parolasıyla din konusunu baskın bir devlet karakteri olarak kullanacaktır. KENAN EVREN: “CUMA NAMAZINI DEVLET BAŞKANI KILDIRIR”     Annesini hacca göndermek isteyen kuvvet komutanı bir orgeneral  vardı. MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a müracaat edip bu konuda yardım istemişti. Yıllar sonra genelkurmay başkanı olarak darbe yaptı. Bu general Erbakan’ı cezaevine gönderip “Dipçik ve süngü zoruyla cezaevinde İslami hayat yaşamasına” neden olmuş Kenan Evren’den başkası değildi. MSP yönetimi cezaevinde ancak okullarda zorunlu din dersi okutulması hedefi Milli Güvenlik Konseyi tarafından hayata geçirilmişti. MSP’nin yıllarca yapamadığını 5 general gerçekleştirmişti. Kenan Evren ile ilgili anlatacaklarım bu kadar değil. 12 Eylül 1980’den başlayarak Çankaya’dan ayrılana kadar Evren’e baş danışmanlık yapan bir büyüğümüz anlatmıştı:  “Çankaya Köşkü’nün içinde bulunan camiye her Cuma günü namaza gidiyorduk. Evren Cuma namazlarını hiç aksatmıyordu. Cumhurbaşkanımız her zaman ön safta idi. İmam hutbeye çıkmadan önce iki büklüm eğiliyor, diz çöküyor ona bir şeyler soruyordu. Evren Paşa konuştuktan sonra sözlerini başıyla tasdik ediyordu. Bu uygulama yıllarca devam etti. Bir gün baş başa konuşurken konu Cuma namazından açıldı. Sordum.  -Cumhurbaşkanım dikkat ediyorum. Her Cuma günü imam efendi hutbeden önce yanınıza gelip eğiliyor bir şey soruyor sizde bir şeyler söyledikten sonra başınızı sallıyorsunuz.  Tebessüm ederek cevap verdi:  -Sen bilmiyor musun yoksa? İslam Devleti’nde Cuma namazını devlet başkanı kıldırır. İmam hutbeye çıkmadan önce benden vekalet istiyor. Ben de Cuma namazı kıldırması, hutbe okuması için ona önce sözle, sonra tasdik ederek vekalet veriyorum…” Şimdi dananın kuyruğunun kopacağı yerdeyiz. SULTAN FATİH GİBİ HUTBE OKUYACAK 24 Temmuz 2020 Cuma günü yalnızca Türkiye’deki protokol değil İslam dünyasından ve Türk dünyasından bir çok devlet başkanının yanısıra dini temsilcinin katılacağı bir Cuma namazı kılınacaktır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde sultanların yaptırdıkları camilere verilen ad olarak bilinen “Selatin camileri”nin İstanbul’daki ilk örneğinin camiye çevrilen Ayasofya olduğu öne sürülür. Ancak, bir padişahın selatin camisi yaptırması için zafer kazanmasıyla birlikte ganimet ele geçirmesi gerekirdi. Padişahın kişisel servetinin kullanılan selatin camilerine devlet kasasından takviye yapılmazdı. Erdoğan bu yüzden Ayasofya camisinin halılarının bedelinin kişisel hesabından ödemiştir. Ayasofya bu yönünün dışında dört minaresiyle selatin camisine benzer. Ancak minareler tek şerefelidir. 24 Temmuz Cuma günü dört müezzin dört minareden dört kıtayı temsil edecek şekilde ezan okuyarak daveti sağlayacaktır. Protokol demişken TBMM Başkanı, yüksek yargının başkanları, genel kurmay başkanı, kuvvet komutanları, MİT Başkanı ve siyasi partilerin genel başkanları… Ya CHP lideri Kılıçdaroğlu…? Namaza katılmayacaktır. Bu nedenle Muharrem İnce’nin Cuma namazına katılma girişimi gelecekteki konumu açısından önemlidir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağır ağır çıktığı merdivenler hutbenin okuyacağı minber olacaktır…Aynı Fatih Sultan Mehmet’in Ayasofya’daki ilk Cuma namazında yaptığı gibi. Madem ki yüzyıllar sonra Ayasofya ikinci kez camiye dönüyor o zaman Erdoğan yalnızca alemi İslam’a değil dünyaya karşı yeni dönemin şifrelerini verecektir. Erdoğan’ı arkasında al bayrak, Rabbine hamd ederek irat edeceği hutbe ne anlama gelir bilir misiniz? Namaz kıldıracak demiyorum. Hutbe okuyacak. Fatih Sultan Mehmet hutbe okumuş, Akşemsettin namaz kıldırmıştı. Peki Erdoğan değilse Cuma namazını kim kıldıracak? Yaşayan en yaşlı bir diyanet işleri başkanı…Veya İslam ülkeleri içinde büyük üne sahip bir İslam alimi…Bu suretle İslam alemini kucaklayan, İslam ülkeleri birliğine hitap eden bir mesaj verilecektir. Yaşayacağız ve göreceğiz. Yazının sonunda belirteceğim odur ki; İslam ülkeleri, Türk Devletleri ve Müslümanlar için değil bütün dünya için saatlerini Türkiye’ye ayarlamanın vakti geldi gibi görünüyor.  

Yazarın Diğer Yazıları