Bu Vatanın Yiğit Babalarına: Oğlum Baba
Akrep, yelkovan bile susmuş, zaman yüreğime kilitlenmiş kalakalmıştı. Suskunluğumu namlulara süreli, daha sabi sayılacak yaşta bir çocuğun zekasının karşısında teslim olmuştum çoktan. Gerçekten ne ben onun oğluydum ne de o benim babamdı. Ama aramızda kozmik kasalarda saklayacağımız gizli şifremiz vardı.
Sahi benim babamla da çoğu zaman gizli şifrelerimiz olmuştu. Yağlı boya, plastik boya, kireç, tiner kokuları derken kendimizi yaşlılığa mahkum olmuş, kendisinin hatırını soracak ustalar arayan duvarların karşısında buluverirdik. Yerlere brandalar serer, tavanları boyamak için pompanın başına geçerdik. Pompalardık. Babam daha güçlüydü. Kireç püskürtecek hale geldi mi sopanın ucunda, hortuma bağlı küçük vana açılır, duvar yeni bir renge bürünürdü. Her zaman beyaz olacak değil ya? Kimi gün, Ecevit mavisi, kimi gün çağla yeşili... Babamı gözlerdim. Bir boya ustasının işine bütünleşmesini... Yevmiyeyi fazlaya getirmek adına işi yavaştan almazdı. 'İş olsun ancak temiz olsun' kabilinden acelesi vardı. Çırak sayılır mıydık bilmiyorum ancak babama yardım ederdik. Kireç ellerimizi kavururdu. Babam bakar ellerimize iç geçirirdi. Gözleri dolardı. Çocukların yanında ağlayamazdı. Sırtını döner, kireç gözüne kaçmış gibi yapar, ağlardı. O benim babamdı, ben onun oğluydum. Sonra hayata çizik atmaya başladım babam sayesinde. Rast gele savurduğum fırçanın duvarları şampanya rengine boyadığını bilmezdim tabi... Babam fırça darbelerinin nasıl atılacağını gösterdi. Nasıl sürecektim duvara ben fırçayı? Margarini ekmeğe nasıl itina ile sürerdik ya, nasıl çiçeklerin yüzünü okşardık ya, bize aynen öyle tarif etti babam. Duvarlar renkten renge girdi. Biz boyadık. Babamla ben... Dışardan bakarlardı. Baba ve oğlunun çalışmasını överlerdi. Kolumuzda derman, gözlerimizde fer gitti mi fırça darbeleri zayıflardı. Babamın yüzüne bakardım. 'Acıktım' diyemezdim bir türlü. Tahin helvası, üzüm, kavun, karpuz babamın en sevdiği yemekti. Kıymalı pide gözlerdim. Babam 'Okul masrafı çıksın' dedi mi sesimi keserdim. Ancak helvayı da ekmeği de, üzümü de hep kebap niyetine yerdim; lokma lokma, gözlerimi kapata kapata...
Babamı gözlerdim. Gün gelir boyardık duvarları, pencereleri, demir parmaklıkları... Gün gelir alçı sıvardık, gün gelir harç. Bir çatıda kiremit aktarırdık. Çalışırdı usanmadan yorulmadan. Sonra seccadenin başında açılan ellerini gözlerdim. Dünyaya kapalı, Rahmana açık ellerini. 'Çok param olsun babama yeni boya pompası alacağım' derdim veya boya için merdane ya da darbeli matkap... Ben babamı severdim. İçimden onu hep çok sevdiğimi söylemek gelirdi, söyleyemezdim. Gözlerine bakardım. Anlar mıydı beni bilmezdim? Bizim için çok çalıştığını bilirdim. Çocuklarını okutmak için bir baba daha hangi fedakarlıkları yapacaktı ki? O benim babamdı, ben ise onun oğlu...
Domur domur terler akardı. Annem sırtını silerdi havluyla. Ter kokusu odayı kaplardı. Yorganın altından kendime dürbün gibi oluşturduğum boşluktan ona bakardım. Alın teri bu olsa gerekti, emek bu olsa gerek... Sonra öksürük sesi gelirdi. Yorgan başımın üstündeydi. Ağır basardı. Yorganın altında erirdim, içine geçecek yer arardım. Somyanın gıcırtısı ele vermese yumruğumu daha kaç kez yorgana ya da karyola başına vurup 'babamın kadersizliğine' yanardım. Sonra babamın yapacağı işlere koştururdum. Bir işin ucundan tuttum mu, hayat bayram olurdu. Babam yorulmazdı; terlemez, öksürmezdi... Kesekağıdı yapar satardık, tornetçilik yapardık pazarlarda. Bahşiş verenler de olurdu, pazarlık yapan da... Babam kızardı 'Oğlum siz okumanıza bakın, size kim diyor çalışın diye?' Babamı dinler, sonra ertesi gün yine kaçardık işe. Babam çalışırdı. Biz ise hayatın ucundan tutunmak, ona yük olmamak için gizli gizli çalışırdık. Sırf o üzülmesin diye 'çalışıyoruz' demezdik.
Sabahın erken saatlerinde ahşap çerçeveli televizyonumuzun düğmesine basardı. Zenci bir adam çıkardı televizyona, elinde eldiven, zıplardı. Babam adına 'Muhammed Ali' dedi. Müslüman olmuştu. Babam adamı 'İslam'ın yumruğu' diye severdi. Onun kroşesinde, apargatında, yumruğunda babam da hayattan öfkesini alırdı. Belki de dövemediği, öfkelenip, yumruğu sıkıp olduğu yerde kalakaldığı anları düşünüp Muhammed Ali'yle intikam alırdı. Muhammed Ali vurur, evde şenlik olurdu. Demek ki 'Babam boksörleri seviyor' derdim. Babamın eldivenlerinin içine çaputlar koyup boks eldiveni yapardım. Sonra bulabildiğim en sert yastığı somyada oturan babamın karnına koyardım. Vururdum, vururdum. Babam keyiflenirdi. 'Ha oğlum vur, daha sert vur' derdi. Yorulurdum. Elini omzuma koyar 'Kimseyle kavga etme olur mu?' tenbihatını sıkı sıkıya yapardı.
O babasını görmemişti. Daha kırkı çıkmadan beyazlar içinde toprağın bağrına bir emanet gibi koyuvermişlerdi. Sonra 9 yaşında babamı ırgatlık vermişlerdi köyün ileri gelenlerine... Rençper olunacaksa rençperdi, amele ise amele, eğlence ise eğlence... Yabanın ucuna esbabından takılı çocuktu. Bir aşağı bir yukarı kalkıp inerdi. 'Fakirin yüzü soğuk olur ya' bir de sahipsiz... Ağlardı ağlamasına ya onu kurtaracak kimse yoktu. Bir babanın oğluydu. Oğul ortadaydı, babası yoktu. Anlatırdı misal olarak. Bazen içlenerek bazen tenbihatlar yaparak. Velhasılı ben yetim babamın oğluydum, o benim babamdı. Aramızda gizli şiflerimiz vardı. Birbirimize sarılmazdık. 'Oğlum, babam' demezdik. Ancak birbirimizi deli gibi severdik. Bir türlü söylemezdik. Annem öldükten sonra türküler keşfettim kendime. Sonra yanık sesin inadına bağırırdım:
Yine uzaklardan bakan ben oldum
Yine uzaklardan bakan el oldum...
Ben onun oğluydum, o benim babamdı. Ancak giderek aramızdaki gönül ipleri seyreldi. 'Anası olmayanın babası olmaz' hesabı, anamız olmayınca baba evine sığmaz olduk. Baba deyip hasretle kucaklaşamadık çoğu zaman... Bayramda, seyranda, ya da yolum düşüp eve gittiğimde adet yerine bulsun cinsinden elini öptük, alnımıza koyduk. Hakkını helal etmesini istedik her vedalaşmamızda. Helallik aldık. Ben ondan razıydım o da benden razıydı. Bir baba oğlundan razı olmaz mıydı ki? Bir oğul babasına hayır dua etmez miydi?
Yıllar geçti, evlendik. Saçları fırtına ile taralı, göğsüne kekik süren Nazlıcan doğdu. 'Anamın adı ağzımın tadı' diye sevdim. Hayatı paylaştığım kişilerin sayısı üçe çıktı. Sonra oğlum doğdu, kucağıma bırakıverdiler. 'Gözün aydın oğlun oldu' diyiverdiler. Nur içinde yatsın rahmetli Ahmet Şahin Hocam, doğumdan önce ana karnında hatırını ismiyle sorduğu oğlumun kulağına ezan okudu.
-Mustafa Esad...
Mustafa benim babamdı. Esad benim oğlum. Ben oğlumun babasıydım. Oğlum benim babam... Ben babama diyemediklerimi ona söyledim. Sarıldım ardı arkasına yüzüne öpücükler kondurdum. Saçlarını yaladım, kokladım. Mis gibi baba kokuyordu çoğu zaman mis gibi oğlan. Ayağa dikilip yürümeye başladı mı soluğu cam kenarında aldı. 'Babam gelecek' diye nöbet tuttu çoğu zaman. Ben ise 'Babam bekliyor' diye eve koşturdum. Ben ona 'babam' dedim bağrıma bastım, o bana 'babam' dedi yüreğini açtı. Minik elleriyle kucakladı bedenimi... Parmak uçlarıyla omuzlarıma dokundu defalarca. Ben onu 'babam' diye sevdim. O beni 'babam' diye... O beni 'oğlum' diye sevdi, ben de onu 'oğlum' diye...
Bir gün hüzün ekspresi hareket etmiş, çoktan gözyaşları vagonlar gibi yola dizilmişti. Duygulandım. Anlatamadığım şeyler için hüzünlenmiştim. Teselli verecek gözyaşımı göstermekten utanıyor muydum ne? Bir el bana dokunuverdi. Küçücük ama sımsıcak. Ama şefkatli. Baktım 'baba' diye sevdiğim oğlum Mustafa Esad'tı. Birden bana aramızdaki şifreyi söyleyiverdi. Herkesin duyacağı şekilde. Keyifle ama yürekli ama utanmadan: -Oğlum baba...!